|
|
|
|
Monday, 31 December 2012
1994 Kasim, Bati Amerika ve Hawaii
Ankara Esenboğa havalimanından 17.55 uçağı ile San Francisco’ya hareket etmek üzereyiz’
Tümer bir önceki seyahatten güneydoğu Asya’ya Emirates ile uçma alışkanlığından kalma sürekli uçakların Mekke’ye uzaklıkları monitörlerde verildiği için ‘Mekke’ye ne kadar mesafedeyiz?' diye bana soruyor..
Önce Tümer'le birlikte hostesleri süzdük bizim oturduğumuz bölüme bakan hostesin gözleri hafif şehla.. Bu ona ayrı bir güzellik veriyor. Tümer de arkadan ‘Bacakları da eğri’ diye ekliyor ve hep beraber ‘D’ vitamini alması gerektiğine hem fikir oluyoruz..
Uçağımız pistin başına doğru kırıtarak yaklaşıyor’ Ben de bu yazıma ne ad koyayım diye düşünüyorum’
‘Vahşi Batı’ olabilir evet fena değil’ Ama Turkish versiyonu ‘Vehşiy Beti’ falan gibi bir şey olmalı. Dün Gap Tünelinin açılışında türkü söyleyen İpraam ağbi Cumhurbaşkanına doğru eğilip başını sağa sola sallayarak ‘Ula bugün Bayrağmm’ demedi mi?
Biraz önce kalkan THY Amsterdam uçağında biniş için bekleyen benim halkım mı Yarab’ Krem, bej ve kahvenin içimizi coşturan renkleri ile ‘vefakâr Kızılderili annesi’ tipli çorak yüzlü eşarplı gri pardösü kumaşlı paltolu kadınlar’ Bu kış ortasında açık terlik ve onların bıyıklı kavalyeleri’
Bu konu hayli uzun ve başlı başına bir olay’ Biz gelelim uçağımıza’
Sevgi gözlerini kapadı uçak sarsıla sarsıla tırmanıyor, mesafe Mekke’nin tam tersi istikamette ikibin küsur kilometre.. Moralimiz fena değil. Tümer arkada esprileri sıralıyor’ Bir şey değil Amerika’ya bir şey bırakmayacak’ Fatih ile ilgili bir anısını anlatıyor. Fatih Kıbrıs’a giderken uçağın kanadındaki ışığa bakmaktan sıkılan yanındaki yolcu ‘Ağbi bu ışık kalktığımızdan beri bizi takip ediyor UFO olmasın ‘..’ diye sormuş, Tümer anlatıyor, biz gülüyoruz. Gelecek yemeğin mönüsünü düşünüyoruz. Hangi içkiyi seçsek’ Açmazındayız.
Kalkalı tam bir saat oldu.. Uçak yemek kokuları ile dopdolu bizim masa boş’ Çaktırmadan biniş kartını yiyorum belki bastırır’ Sevgi kendini kitaba verdi, açlıktan hiçbir şey anlamayıp kitaba öyle baktığına bahse girebilirim.. Tümer ve Figen sustu hakikaten insan aç dans edemiyor. Bu konuda sevimli bir hayvan için kullandıkları bir atasözümüz vardı anımsayamıyorum.
Önümüzdeki ‘Business Class’ yemeğini yiyor biz ‘Ekonomi Class’ açız.. Nedense birden Alman savaş filmlerindeki Nazi subaylarının savaş tüm acımasızlığı ile dışarıda devam ederken otellerde tertipledikleri safahat balolarını anımsıyorum.
Sevgili köpeğim Kuki.. , Business Class’a perdelerinin arkasından insanlara baktıkça, senin ben yemek yerken suratıma doğru yutkunarak sabit bakışlarını hatırladım. Business Class’tan doymuş, mutlu insanların kahkahaları geliyor sefil herifler’ Yemeği yedik doyduk. Neydi o hislerim Alman Subayları, Kukiler falan.. İnsan her türlü tatminden sonra bir önceki düşüncelerinden utanıyor. Mekke’den uzaklaşıyor ve Frankfurt’a yaklaşıyoruz. Bir buçuk saatlik yolumuz kaldı. Pek doyduğum söylenemez. Uyku ve sigara dumanı rahatsızlığı, yanan gözler ve aklımda Frankfurt’ta iri bir Alman domuz sosisi yanında sıcak lahana turşusu’
Yaşlanıyorum herhalde eskiden Almanya’ya giderken daha farklı özlemlerim vardı.. Allah beterinden saklasın.
Frankfurt’a çok güzel indik’ Havaalanının hemen karşısında Sheraton otelinde bir gece kalacağız. Lufthansa uzun uçacak aktarmalı yolcularını bir gece burada ağırlıyor.. Otelin giriş koridorunu zar zor bulduk. İleride resepsiyonun önünde müthiş bir kalabalık var. . Ya sıra bekliyorlar veya bir nişan- nikâh var diye düşündük. Maalesef birinci tahminimiz tuttu, herkes en az yirmi beş dakika resepsiyon memuru ile görüşmek için sıra bekliyor.. Önümde en az beş kişi var.. Arkamda bir Amerikalı ‘Oh! Jesus!’ diye inledi bu kadar sırada beklemem için sana ne kötülük ettim’ Neyse sıra bize geldi.. Sevimli bir kızcağız işini çok iyi bildiği bilgisayar üzerinde hızla gezinen parmaklarından belli. Göğsünde ‘N.Tezsoy’ yazıyor..
Türk olma olasılığı yüksek ve tahminimiz doğru çıkıyor. Bize çok iyi davranıyor ve 9001 ve 9002 numaralı bağlantılı odaları Tümerlerle bize sunuyor’ Odaya girer girmez soğuk bir hava yüzümüze çarpıyor. Odada oturdukça soğuğun ‘Şiddetli’ olduğu konusunda hemfikir oluyoruz. Klimanın ayarını hemen ‘sıcak’ a getiriyoruz bir müddet bekliyoruz ve’ Ve soğuk hava odanın içine üflemeye devam ediyor.. Kendimi sadece donla okyanusta yalçın bir kayalığın üzerine kurulu deniz fenerinin balkonunda hissediyorum. Sevgi hemen klimanın kapatılmasının ‘evla’ olduğunu düşünüyor, kapatıp akşam yemeği için odadan çıkıyoruz.
Tümer Alman Teknolojisine güvenip klima kanallarında kalan soğuk havanın kanalları terk etmesi ve yerine gelen sıcak havanın yerleşmesi için yeterli zaman verebilmek amacıyla tam kapıdan çıkarken klimayı maalesef açık bırakıyor’
En son Frankfurt’a 1985 de gelmiştim. Hatırımda ‘Altstatd’ denilen bir bölgesi var ve orada sıcak şarap içme arzusu içerisindeyim..
Resepsiyondaki Alman kızcağıza Altstatd’a gitme arzumu ve nasıl gidileceğini sorunca. ‘Hımm! Sexsen housen’ dedi. Sex ve haus yan yana gelince yanlış bir söylediğimi düşündüm’ Düşünebiliyor musunuz sırıtarak genelev soran bir adam konumunda olmak hiç istemem’ Sonunda iş anlaşılıyor Altstatd ‘Eskişehir’ demek’ her şehrin bir eski bölgesi oluyor, buraya araba girmiyor.. Bizim Bodrum sokakları gibi birahaneler, Müzikholler burada.. Buradaki semtin adı ise Sexsenhausen yani yanlış anlama ve anlatma yok.
Taksiye biniyor ve 32 DM’A Sexsenhausen’e varıyoruz. Girer girmez bir dönerci dükkânı dikkatimizi çekiyor. Türkiye’de dönere batık bir vaziyette yaşadığımız için farklı bir damak tadı arama arzusuyla sokakları geziyoruz. Ancak karşılaşılan manzara ve garip yemek kokuları bizi cezp etmiyor.. Tekrar kürkçü dükkânına dönüyor ve Törkiş dönerimizi keyifle yiyoruz. Isıtılmış ekmek arasına döner, garnitür olarak kırmızılâhana, soğan, sarımsaklı sos ve domates dilimi’ sadece 6 DM yani 150.000 TL. Tümer resmi fiyatı duyunca döneri Türkiye’de 20.000 TL’ye yediğini söyleyerek Frankfurt Büyükşehir Belediye Başkanına küfür eder bakışlara bürünüyor.. Ancak tek kazancımız dönercimiz Adanalı Salih’in bize sahip çıkarak bizimle Frankfurt yeraltı treni istasyonuna kadar gelip uygulamalı olarak nasıl geri döneceğimizi bize öğretmesi (S. Bahn)ve beni sözlüye kaldırıp sorduğu sorulara heyecanlanmadan net cevap verebilmem oldu. Dersini doğru öğreten bir öğretmen hazzıyla küçücük boyu, solmuş kotuyla çiseleyen yağmurun altında dükkânına döndü’ Sağ olsun’
Metroyu kullanarak otelimize döndük. Sevgi’nin odadan çıkarken klimayı kapatma uyanıklığı sayesinde odamız bir Kuzey Avrupa ülkesinin sokak ısısına inmişti’ Tümer’in Alman dehasına inanma inadı sonucu kapı açılınca odada soğuk bir sis oluşmuştu. Televizyonun üzerinde bir penguen gagasıyla kanadının altını kaşıyor, banyodan kutup ayısının homurtuları geliyordu’ Kürekle açtığımız yatağa doğru kardan yol tipiden sürekli kapanıyordu.. Tabii bu rezaleti sabah oteli terk ederken hemen şikâyet dilekçemde belirterek Genel Müdüre hitaben resepsiyona bıraktım. Haftalar sonra Türk iyedeki adresime genel müdürün gönderdiği cevapta klimanın bozuk olmadığı ancak biraz geç ısındığı belirtilerek özür dilenmekteydi..
Sabah herkes moralli, sağlıklı soğuk ortamda uyumanın maneviyatı ile San Francisco’ya ‘müteveccihen’ hareket etmek üzere B 28 numaralı kapının önünde bekleşmeye başladık.. Ama maalesef uçağa tam alınırken yolcular geri çevrildi TV ve müzik yayınlarında uçak içi bir arıza olması gerekçesi ile yeni bir uçağa nakledilerek iki saatlik gecikme ile San Francisco’ya hareket ettik’.
SAN FRANCISCO
Cetvel ile çizilmiş gibi caddeler birbirini dik kesiyor, bundan asla taviz verilmemiş dolayısı ile tepelere ve vadilere uyulmayıp tepe ve vadiler plana uyunca inişli çıkışlı yolları ile San Francisco şehri vehşiy batı da gelişmeye başlamış.. Havaalanından Otele son model Lıncoln marka bir araba ile 35 dolara geldik. Otel eski.. Californian Otel geceliği 65 dolar artı vergi.. Soğutulmuş oda esprisi burada da devam ediyor.. Banyo yapamıyorum yapanın gözü donar. On yedi saat yol geldik ve on saat farkı var. .Frankfurt’tan onikide (öğlen) kalktık, buraya geliş öğleden sonra 15.30, uyku şaştı tek çare içip içip sızmak..Önce güneş batarken yorgun argın caddeleri söyle bir turluyoruz, daha sonra karşıdaki süpermarketten salam ve kaşar peyniri alıp ‘ilaç’ için içtiğimiz rakı ile sızıyor ve sabahki tura yetişiyoruz. İlk tur Delüx Şehir turu’ Tura çıkmadan önce köşedeki Coffee Shopta İtalyan sosisli acılı omletimizi yiyoruz ve ‘Gray Lıne’ firması ile tura katılıyoruz. İlk olarak ‘Civic cente’ ve ‘Opera house ‘önünden geçip şehirde ilk kurulan bina ve de kilise olan ‘Old mission Dolares’e geliyoruz. Tam yanına yeni kiliseyi güne uygun şekilde yapmışlar, günlerden Pazar ve içeride dini şarkılar söyleniyor’
Oradan Twin peaks’e, Golden Gate parkına oradan ‘Japanese Tea Garden’a uğruyoruz. Bizim gençlik parkımızdaki ‘Japon aile bahçesi’nden çok farklı bir yer.. Bir ara ‘Cliff hause’a uğrayıp Pasifik okyanusuna kavuşuyoruz. Dev dalgaları 11 derece su sıcaklığı ve Kasım ortası buzz gibi havada sörf yapan insanları gözlemliyoruz.. San Franciscoluların ne zaman üşüyüp ne zaman üşümediklerini anlamak imkânsız. Biz Sevgi’nin tabiri ile ‘Hırtlamba’ gibi giyinip titrerken karşıdan atlet ve donla biri sakin sakin vitrinlere bakıyor öbürü çıplak ayak ve Tokyo altında şort kaldırımda yürürken yanındaki palto ile dolanıyor’ İnsanların üşüme standartları yok. Neyse Paradiso Askeri Üssünün yanından meşhur Golden Gate Köprüsüne giriyoruz. Esas rengi gümüş olacakken önce Antipas boyanıyor. Şehirli böyle seviyor ve kırmızımsı rengi değişmiyor. Zamanında beş milyon dolara çıkmış 1,5 mil uzunluğunda.. Karşıda Alkadraz hapishanesinin bulunduğu Alkadraz adasını görüp ‘Fishermans Wharf’a geliyoruz ve meşhur Pier 39 hediyelik eşya dükkânları, Restoranlar, eğlenen çocuklar.. tam bir panayır ‘ hava güneşli .. San Francisco’ya hiç kar yağmazmış..İki senede bir şöyle bir yağar ama hiç Tutmazmış .. Civar yüksek dağlardan getirdikleri bir kamyon karı (suyun donmuş halini kastediyorum kadınlarla ilgisi yok) kaldırıma yığmışlar. Çocuklar karla oynuyorlar pek mutlular.. Her tarafta kayaklar plastik halıların üzerinde kaymaya çalışan çocuklar dikkatimizi çekiyor.. San Francisco’nun simgesi denizaslanları .. Bu hayvanlar limanın önünde üst üste yığılmışlar buradan ayrılmasınlar ve simgemiz devam etsin diye diye de esnaf bunları besliyor.. Zavallı denizaslanları Kurban bayramındaki Sincan inek pazarı gibi üst üste yığılmışlar ve garip sesler çıkartıyorlar.
16.20 de otobüsler bizi tekrar otelimize getiriyor dinleniyoruz ve Akşam içkilerimizi içip önceden planladığımız ‘Şiş kebap, Kuru fasulye, Pilav’ ilanı gördüğümüz muhtemelen vatandaşımızın işlettiği Restoran’a gidiyoruz. Şiş kebapçı Türk değil, Yahudi çıkıyor. Türk olduğumuzu öğrenince jest olsun diye Arap müziğini teybe koyuyor.. Pilavın üzerindeki Kuru fasulyeler börülce tanesi ebadında. Tümer’le Sevgi’nin uyguladığı ekonomik istikrar paketi doğrultusunda şiş kebabı es geçiyor ve direk kuru fasulyeye yöneliyoruz. Aynı tedbirler gereği ertesi gün Spartaküs çorbası içiyorum. Spartaküs filminde esir kölelere dağıtılan, yemeği dağıtan Romalı askerin kepçesine yapışıp iki üç sallamayla anca kölenin yemek kabına bulaşan bulamaca benzeyen bir çorba bu.. Sausolito, San Francisco körfezi, şahane hava, kotralar ve önümde Spartaküs çorbası yanına hatıra pulu büyüklüğünde Tuzlu bisküvi.. Olacak şeymi bu’.. San Francisco polisi gözaltına alsa Alkadraz’da hücreye atsa herhalde daha iyi yemek verirler diye düşünüyorum.
Evet, ertesi gün Sausolito ve Muir orman gezisi.. Muir ormanları bin yıllık sekoya ağaçları ile bezenmiş, ortalama yüksekliği 75 m., 100 m. yi geçenler var.. Çevresini ancak 7 ‘ 8 kişi kucaklar’ Dümdüz ağaçlar dünyaya sadece Kaliforniya kıyılarında incecik bir şeritte yaşıyor bir de Çin’in bir bölgesinde eser miktarda var olduğu söyleniyor. Muir ormanlarından sonra Sausolito’ya gidiyoruz. Şoförümüz aksi bir zenci! Tam söylediği anda arabada olmalıyız, kalkış saatini bir dakika geçse sinirleniyor, düzensiz ve sık aralıklarla klakson çalıyor, burun delikleri genişliyor.. Psikolojikman hasta biri. Gezi sonrası bizi otelimize bırakmamasını daha yakın yer olan Market Street’te inme isteğimizi önceden red ediyor sonra kabul ediyor daha sonra yolda nasıl kötü birisi olduğunu hatırlıyor ve yolunu uzatıp bizi otelimize bırakıyor.
Sevgi ve Figen hemen alışverişe çıkıyor. Tümer’le ben Las Vegas Otel rezervasyonunun peşine düşüyoruz. Önce Turizm Acentemiz Ankara’dan tüm otelleri arıyor yer yok.. Dünyaca ünlü Bilgisayar fuarı Las Vegas’da onun için yer yok.. Otelimizden rica ediyoruz Concierge birkaç oteli arıyor yer yok.. Tümer’le sıkıntı içinde bir oradan bir buraya koşup duruyoruz. En son Fıshermans Wharf’a Cable car ile gitme kararı alıyoruz. Kişi başı iki dolar.. Zevkli bir yolculukla oradaki Howard Johnson ve Holiday Inn oteline gidiyor ve oradan Las Vegas Holiday İnn hotel’i arıyoruz.. Holiday Inn 185 dolar / gece karşılığı bize iki oda ayırıyor.. On beş günlük sıkıntımız bitiyor ve huzur içinde otele dönüyoruz.
Dönüşte Tümer’in gerçek bir Amerikan barında içki içme teklifini teklifini sevinerek kabul ediyorum. Bardaki spastik kızın Tümer’i korkutması ve bardaki el fenerini alıp, üzerine yürüme olasılığı yüzünden hemen kalkıyoruz.. Kız gerçekten elindeki uzunca bir el feneriyle kontrolsüz hareketler yapıyor.. Bu arada bize harika bir cin-tonikte hazırlıyor.. Ama el fenerinin ucu kafamızın üzerinden teğet geçerken ufak eskivlerle muhtemel darbeleri atlatıyoruz ama hemen oradan uzaklaşıyoruz..
Akşam programımızda rakımız ve Yahudi lokantasında Kebap ziyafetimiz var ve uyku .. Bugün San Francisco’da son günümüz, hava Turist ıslatan cinsten. Kahvaltımızı bir blok ileride Yunanlı bir Restoranda yapıyoruz. Bu balık merakı Figen’in başına bir iş açacak.. Ton balıklı peynirli bir bulamacın tost ekmekleri arasına sıkıştırılmış halinden bir çatal aldıktan sonra öğürmemek için kendini zor tutuyor.. Bu çabası sonucu irileşen gözlerini bize çaktırmamak için bir hayret ifadesinde kullanarak ‘ne biçim yağmur bu’!’ falan gibi cümleler kuruyor. Oradan Fishermans Wharf’a Cable car ile hareket ediyoruz. Yağmur üzerimize geliyor dizlerimiz cable car’ın dışında yağmur altında.. Yanımda kilosunu kestiremediğim gross tonluk bir polis var. Cable car onun oturduğu yere doğru hafif meyilli, öbür tarafımda güzel bir kız üşüyen ellerini paltosunun kollarını çekiştirerek ısıtmaya çalışıyor. Newyork’tan ilk defa bizim birkaç gündür kurt olduğumuz şehre gelmiş, yalnız ve kimseciği yok.. Bu yağmurda ne yapar’ Üşümez mi’ Tanrım ne şans, polis iniyor ve Sevgi sevgili kocasının koluna giriyor ve bir rüyadan sıçrıyorum. Güzel kızı son durakta bırakıyor ve Kaan’ın ısmarladığı bin bir zahmet edip geldiği bürodan çektiği faksla direktif verdiği üzere ‘rica’ ettiği bufalo-öküz derisi karışımı botlarını alıyoruz. Gür’e pantolon, Kaan’a pantolon derken Pier 39 a geliyor ve Pazar günü öğle yemeğinde ızgara somon balığı, kalamar ve 1993, Sundial Chardonnay soğutulmuş beyaz şarabımızı yudumluyoruz. Buraya geldiğimiz, sağlıklı olduğumuz için Tanrıya dua ederek Tümer’in ayakkabıları ve oradan aldığı ‘Cable car’ maketini koyduğu için ağırlaşan (bizim de bir iki parça eşyamızın olduğu) ve elimizi kesen paketi yerde sürüyerek otelimize dönüyoruz.
LAS VEGAS
ABD’de ikinci durağımız Las Vegas.. Havaalanında taksi beklerken ‘Nevada’ plakaları dikkatimizi çekiyor.. Havaalanı otelimize pek yakın. Otelimiz ‘Holiday Inn Flamingo Road’ ‘ Resepsiyonda bizi çarpmaya çalışıp 185 dolara ayırttığımız odaları gecesini 215 dolardan satmaya çalışıyorlar’ Ben 185 dolar fiyat aldığımı söyleyince tamam! Diyor Kevin adlı Amerikalı resepsiyon memuru..
Odamız 3339 numarada, dışarıda bavul taşımaya yaradığını tahmin ettiğim küçük otolar var.. Resepsiyondaki çocuk arabanızla gidin odanız şu binada deyip bir şeyler çizip tarif ediyor.. Ben de ‘Dışarıdaki araba ile mi’’ Diyorum. Meğer daha sonra da öğreniyoruz ki onlar golf oyuncularının arabaları’ Benim garip sorum üzerine odamıza bizi götürecek bell boy çağrılıyor’
Bavulları odaya atar atmaz gazinoların olduğu yere gitmek üzere bir taksiye atlıyoruz. Şehir dümdüz’ Ve epey serin bir hava esiyor.. Çölün ortasında. Bana ilk, Bağdat’ın renksiz ve düz ortamını hatırlatıyor. Gazinoların ortasında iniyoruz. Her gazino dümdüz, en az onar dönümlük kapalı salonlardan oluşmuş. Her gazinoda ben diyeyim beş bin siz deyin on bin (belki daha fazla) makine var. Çınçınlar, şıngırtılar, bir ışık seli kaplıyor içimizi’ o gazinodan bu gazinoya gidiyoruz. Bizi içeri davet eden garip şapkalı Meksikalı kızlar ve gazinoların yanında rehin dükkânları ilgimizi çekiyor.. İnsanlar darbeli matkabını, jet taşını rehin bırakıp borç almış ve kumar oynamışlar.. Kumarhaneden çıkınca asıl Las Vegas’ı buluyoruz. Bir ışık ve kumar cenneti, kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz ışıklar iniyor, çıkıyor, dans ediyor. Burada en çok parayı ışıkçılar kazınıyor olmalı. Dönüşte taksi şoförüne çok elektrik harcıyorsunuz diyorum. Tamamı vergiden düşüyor onun için herkes azami kullanıyor cevabını veriyor.
Kumar olurda seks olmaz mı’ Adım başı kadınlar, isimleri, resimleri.. Bu arada erkeklerin isimleri ve pazuların resimleri’Her iki cinse servis mevcut.. Otelimize dönüp bir şov için yer ayarlamaya çalışıyoruz. Claudia Shaffer’in sevgilisi David Copperfield gösterisinde burada bir fili yok ediyor.. Ama önümüzde bir hafta yer yok. Tropicana’da Folies Berger, La Mirage da kızlar var. Ancak ilk gece otelleri gezmeye karar veriyoruz. Las Vegas’da iklim, bitki örtüsü yok onun için binaların içini cennete çevirmişler.. İlk durağımız Hotel Excalibur.. Orta çağ şövalyeler çağına götürüyor sizi. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Otelin ve mekânların büyüklüğü bizi hayrete düşürüyor.
İkinci durağımız Luxor Hotel, mimari şaheseri Mısır firavunları devrine götürüyor sizi.. Nil ırmağı otelin içinde akıyor.. Piramidin dört eğri iç yüzüne odalar yerleştirilmiş boşta kalan yer resepsiyon, eski Newyork maketleri ve çeşitli restoran, oturma bölümlerine ayrılmış. En önemlisi Excalibur ve Luxor otele nefis bir Limuzin ile geliyoruz. Limuzin bizi çok etkiliyor, revülere yer ayırtamamamdan dolayı gurupta bana karşı oluşan öfkeyi atlatıyorum.
Ertesi sabah otelin biraz ilerisindeki Seven Elevendan sandviç alıyoruz. Salam ve peynirden böö gelmiş vaziyette’ Hemen ilerideki Sezar’s Palace’a yürüyoruz. Yol uzadıkça uzuyor, herkesin yanakları soğuktan pembe daha sonra pancar vaziyetini alıyor. Sierra Nevada dağlarını yalayıp yüzümüzde patlayan rüzgâr, dostum Nevada Rancerlerinden Tommiks’i etkileyemiyor ama hepimizi etkiliyor. Sezar’s Palace’ın giriş yerini buluyoruz ama bu sefer kapısına yürümek dakikalar alıyor.. Otel,hele mağazaların olduğu bölüm bizi çok etkiliyor.. Mağazalar çok modern, tepelerindeki gökyüzü Akdeniz mavisi ve yürüdükçe sanki bulutlar uçuşuyor. Resepsiyon görevlileri Roma’lı Konsül kıyafetindeler.. Görevli kızlar külotlarını hemen örten ucu baklava kesimli etekler giymişler.. Ayaklarında ipli sandalet, Bell boyların bellerinde kısa Roma kılıcı, kafalarında renkli hotozlu bronz miğferler..
Daha sonra trene biniyoruz iki otel arasında ve Treasure Island Hotel’e geliyoruz. Sezar otelindeki eski Roma özeni burada korsanlar devrine dönüyor. Otelin önündeki iki kalyon okyanusa demirlenmiş gibi.. Altlarındaki havuza verilen hareket ve renk limanın üzerindeki korsan kasabası anlatabileceğim gibi değil’ Daha sonra La Mirage.. Girişi kaplanlarla dolu, resepsiyonun arkası 40 metre boyunda akvaryum, içinde tüple bir personel dalmış akvaryumu temizliyor.. Düşüncemin ilerisinde paranın hem de çok paranın yapabileceği şeyler. Her otelde kumar makineleri karşılarına oturanları çarpıp kandırmaya çalışıyor. Daha sonra Riviera oteli akşamı Show’u için yer ayırıyoruz. Oradan Shopping Mall’a uğruyoruz ve yürüyerek Hilton’un içinden (süklüm püklüm bir oteldi) otelimize yürüyerek hareket ediyoruz.
Hepimizin pili bitmiş yürümekten topuk ve baldır ağrılarını yenmeye çalışıp sürünerek otelimize geliyoruz. Otel odasında peynir ve salam yiyerek Show’a yine Limuzin ile gidiyoruz. Bu sefer Limuzinle gezmeğe alışmış bir grup olarak Limonun iç dekorasyon eksiklerini görmeye başlıyoruz. İyi şeylere nasıl alışılıyor hayret! Ertesi sabah erken kalkıp Los Angeles’e oradan Honolulu’ya uçuyoruz. Yolculuk Los Angelesten 5,5 saat sürüyor. Sıcak bir hava bizi karşılıyor. Havaalanının önünden Wiki Wiki otobüslerine binip Aloha Havayolları terminaline gidiyoruz. Karnımız acıkmış ızgara biftek yemek için Kore yemekleri satılan bir sıraya giriyoruz. Önümüzde Koreliler ve Japonlar Köri soslu bir yemek yiyorlar, tabaklarındaki yemeğin görünüşü iğrenç, sarımsı kahverengi sosa bakıp Tümer’le alay ediyoruz, ‘Nasıl yiyorlar bunu, yemeğin üzerine şaapılmış gibi..’ diye Ve maalesef yanlış bir sipariş anlaşması sonucu aynı tabaklar, aynı görünümdeki yemek bize de geliyor. O ‘şey’ şeklindeki bulamacın içinden etleri teker teker avlıyorum. Tümer anında havlu atıp tabağını bankoya bırakıyor, Sevgi’nin tesadüflere bırakmamak için ısmarladığı hamburgerden ısmarlıyor’ Ama mutlu olmalıyım, Honolulu dayım.
Pearl Harbour limanının hemen yanındayız her taraf Japon dolu.. O meşhur baskında ataları nereyi basmışlar ona bakmaya gelmişler herhalde. Karşımızda (bekleme salonunda sıkıntıdan ) bekleyen yolcuların akrabalık ilişkilerini çözmeye çalışıyoruz. Ve bir buçuk saatlik gecikme ile Aloha Havayolları ile Big Island’ın (Hawaii) başkenti Kona’ya konuyoruz.
Bir Muz Cumhuriyeti’nin havaalanına iniyoruz. Her taraf püskürmüş lav kalıntıları ile dolu.. Havaalanından Keahou Beach otel’e taksi ile gidip 508 ve 621 nolu odalara yerleşiyoruz. Otel palmiye ve tropik ağaçlar arasında.. Tropik kuş sesleri ve Pasifik Okyanusunun ölçülü sesi’ Rakılar açılıyor, salam ve peynirle rakılarımızı yudumluyoruz’
Sevgininde erken uyanmasıyla Sabah erken kalkıp sabahın 06.30’u otelin önünden salam ve peynir almaya gidiyoruz, açık dükkân bulup erzaklarımızı alıyoruz. O gün araba kiralamak kararı alıyoruz. Şirketin adı Dolar ancak fiyatı az dolar ve adayı başka türlü görme imkânı kısıtlı. Turları organize eden Alman ‘Alia Siville’ bize Atlantis denizatlısı turu, Luau adı verilen Hawaii’lerin tipik dans ve şarkılarının sunulduğu domuz tandırının yendiği yerlere gitmek için bilet satıyor. Arabayı kiraladığımız ilk gün adanın kuzeyine doğru yol alıyoruz. İlk gün Hapuna Beach’e gidip Pasifik Okyanusunun ılık sularında yüzüyoruz.
Daha sonra Hawi mecrasından ilerleyerek Waipi ‘o Valley’den kararan okyanusu, vahşi okyanusu seyrettik. Adanın tam doğu kıyısına dönen dik yüksek dağların denize indiği bölgede hava yağmurlu ve rüzgarlı.. Görünüm hepimizi korkuttu.. Dönüşte kestirmeden adanın tepesinden Kona’ya indik. Hawaii’de iki adet yanardağ var. Mauna Loa ve Mauna Kea’ İkiside yaklaşık 4200 m. yüksekliğinde. Sürekli patlayan Mauna Kea lavlarının denize dökülüşünü görmek için pırpır uçak turları var.. 150 dolar kişi başına ancak hiçbirimize ilginç gelmiyor bunlara katılmak’ Ertesi gün adanın güneyine gidiyoruz. Bol ‘O’ lu ve ‘U’ lu isimlerle dolu plajları geziyoruz.
İlk Napo’opo’o sonra Ho’o kena beach ve Punalu’u görüyoruz. Dönüşte oryantal bir Amerikan barında bira, cin tonik ve margarita molası veriyoruz. Honaunau’da kahve dükkânında duruyoruz. Sevgi ve Figen’in son yirmi dakikadır alışveriş yapamamalarından dolayı şişen yüz hatları yumuşuyor. Kendilerini yirmi dakika kadar rahatlatacak küpe, kolye satın alıp yola koyuluyoruz..
Son sabah gittiğimiz kaptan Cook monumenti gezisinde bindiğimiz tekne sallanarak yol alıyor. Sevgi’nin önce Figen’in sonra midesi bulanıyor. ‘Bastırır’ ümidiyle yedikleri patlamış balina dalağının domuz yağında kızartması nedense midelerini iyice bulandırıyor. Tüm ulusların hatunları mutlu mutlu kaptan Kuk’larına giderken Barbaros’un torunlarının öğürmeleri motorun gürültüsüne karışıyor.. Yanımdaki genç kız ve sevgilisi minik öpüşmelerle birbirlerine kur yaparlarken Sevginin aşağılarda yankılanan ÖÖÖÖÖRRRGGGGG..! Sesi bütün romantizmimi etkiliyor..
Akşam gittiğimiz Kona Beach oteldeki Luau gecesi güneş batarken başlıyor.. Bu gösteriyi mutlaka izlemek gerek.. Palmiye ağaçları altında alınan aperatifler eşliğinde kızların ritmik polinezya dansları unutulur gibi değil.. Havam yerinde kalkıp onlarla birlikte dans ediyorum.. Bunun karşılığında palmiye yapraklarından oluşan bir ‘Taç’ kazanıyorum..
Ve Keahou beach otelini adadan ayrılmak üzere sabah erken terk ediyoruz. Hawaii’yi çok seviyorum Mahalo..! Aloha..! Ve Honolulu ya oradan Los Angeles’e gitmek üzere kemerlerimizi bağlıyoruz. Honolulu ‘ Los Angeles tam 5,5 saat.. Yolda bir Amerikalı kalp spazmı geçirerek hayatını kaybediyor. Uçakta bulunan doktorlar hayli uğraşıyorlar.. Karısı eşinin ölüm haberini alıyor.. Son derece medeni, ağıt yakıp etrafı velveleye vermeden için için ağlayarak bu tabiat olayını kabul ediyor, Los Angeles’e iniyoruz.
LOS ANGELES
Melekler şehri anlamına geliyor, nasıl melekler anlaşılır gibi değil.. On dört milyon nüfuslu bir özel kent’ Havaalanının çıkışında kalabalık ve karmaşa insanı sarhoş ediyor. Binlerce insan taksi bekliyor sıra ile sırası gelen binip gidiyor. Tüm havaalanlarında bu böyle sıra uzun mu uzun’ o ara Tümer sevimli bir zenci çocuk ile otelimize gitmek üzere on dokuz dolara anlaşıyor. Fiyat mukayesemiz yok ancak seyahatin sonu ve nice on dokuzları saçan vaziyette olduğumuz için ‘denk’lerimizi özel araba taksiye yerleştiriyoruz. Ben önde adres tarifi için yerimi alıyorum. Araba hareket ediyor, Hollywood Holiday Inn’e doğru yolculuk ediyoruz. Hava kararmak üzere Los Angeles’in otobanlarından geniş caddelere, oradan bulvarlara oradan kavşaklara girerek durmadan ilerliyoruz. Fügen bu zenci çocuğun (şoförümüz) bizim elimizi kolumuzu bağlayıp soyabileceğini söylüyor ve ses tonundan her şeyini kaybetmiş ve bu olayın olacağını bile bile arabaya binmiş hali var. Tümer ve ben fena bozuluyoruz. Gencecik oğlanın elimi arkadan burup sırtıma yasladığını benim ‘anam! Anam! Anam!’ diye bağırdığımı gözümde canlandırıyorum. Tabii o arada Tümer’i de adam yere yatırmış sol ayağı ile debriyaja basar gibi sırtına basıyor, ondan da bir ses ‘anam! Anam!’ bu canlandırdığım manzara beni çok utandırıyor. Efendi efendi bizi on dokuz dolara otelimize götüren zavallı zenciye heeeyytt! Deyip Osmanlı tokatı patlatmak geliyor içimden. Figen hala böyle bir hataya nasıl düştüğümüzü sorup ahlar vahlar arasında dizlerini dövüyor. Kendimi hormonal dengesi bozuk hötöröf erkek gibi hissediyorum. Fügen hepimizi korkutuyor. Ama otelimizin önünde duruyoruz. Odalarımız çok güzel, otel ‘Ayak yere basmaz hep cambaz!’ oyunundaki kale gibi içeride eminsin ama dışarı sokağa adımını atarsan ‘cıs’ olabilir. Her yerde serseri zenciler var. Hamburgercide hamburgerini rahat yemen için eli silahta polis bekliyor. Hamburgeri iki ısırış arası uzarsa ‘pis zenci’ yemiyorsan bana ver’ diyor, sen de ‘aburmengrmık’ diye cevap veriyorsun (ağzında yemek olduğu için)’
Ertesi sabah şehir turu aldık. Los Angeles şehri, Holywood Sunset Bulvarı, Venice Beach, Santa Monica, Malibu, Beverly Hills, Playa del Rey gezildi. Los Angeles’i hiç sevmedik. Universal Studios’ta ‘Back to the future’ pavyonu enfesti. Tümer’le ben iki kez girdik çok beğendik. ‘Beatle Juice’ ‘Flintstones’ E.T’yi gezdik ve akşam otelimize döndük. Bizi uzun bir yolculuk bekliyordu’ yaklaşık 15 saat uçacaktık. Evimize dönecek ve bir dahaki gezinin heyecanına kapılacaktık. En önemlisi Kaan’a aldığımız 57 numara botlardan kurtulacaktım.
Yıldırım Tuna,Kasım 1994
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment