Monday, 31 December 2012

1996 Subat, Atina ve Kenya


Bu sefer grup kalabalık her sene seyahat arkadaşlarımız Tümer ve Figen ile çıktığımız geziye bu sefer Antalya’dan Mimarlık Fakültesinden sınıf arkadaşlarımız Recep ve Nuran, Ankara’dan komşularımız Aycan ve Tülin katıldılar.

Uçak Olimpic Airlines, İstanbul’dan kalkıyor.

Tümerler üç gün önce İstanbul’a geldiler. Recepler ve grubun diğer üyeleri ile Tarabya’nın hemen bitişiğindeki, “Vilayetler evinde” buluştuk. Otelin konumu harika ve de çok ucuz, iki kişi 700.000 TL. (11 Dolar)

Kireçburnundaki bir balık restoranında Ramazan sonrası ilk rakılar içildi. Sabah saat 06.30 da havaalanına gitmek için sözleşerek uykuya çekildik. Sabah otel servisi yerine herkesi ben kaldırdım. Nuran uyanır uyanmaz telefonla resepsiyondan odalarını arayan Tümer’i oda servisi sanıp “kahvaltı” istedi, Tümer de “Pencereden kafanızı uzatın yumurtanız geliyooor !” diyerek Nuran’ı uyandırdı.. Günün ilk esprileri, ilk kahkahalar ve yola düştük.

Recep Uçağımızın kalkacağı İstanbul’a bir gün önce Antalya’dan uçakla gelmişti.. Havaalanından Tarabya’ya gidiş dönüş iki milyon TL taksi ücreti verince gecelemek için kaldığımız ucuz Vilayetler evinin onlar için hiçbir esprisi kalmadı. Atatürk havalimanından OA 322 ile havalandık, tam bir saat sonra Atina’nın ılık ve güneşli havası bizi karşıladı.

Herkes memnun, Tümer bir ara kaybolup havaalanındaki bir banka şubesinden Drahmi satın aldı, Yunanlı kazı-kazancıyı bulup ilk drahmileri harcamanın verdiği mutlulukla etrafa neşe saçmaya başladı bile. Nuran çocukluğu boyunca Girit’ten Anayurda göç etmiş anneannesinden duyduğu Rumca kelimelerin tüm Yunan ulusunca tekrarlanmasının verdiği sevinçte, Recep el bagajındaki rakılarının firesiz gelmesinin mutluluğunda, Aycan buraya gelmeden önce her gün tek tek istifa eden şirketinin personelinden sonra onu buraya getiren uçağın pilotunun istifa etmemesinin hoşnutluğunda.

Uçağımız aktarmalı olduğu için bu gece Atina’da Olimpic Airlines’ın misafirleriyiz. O geceyi geçireceğimiz Oasis otel’e saat 11′e doğru bizi bir minibüs bıraktı, öğle yemeği saat 14,00 de Türkiye ile saat farkı yok. 14.00′e kadar yemek bekleyeceğimize 350 dolara minibüs kiralıyoruz ve şehir turuna çıkıyoruz. İlk durağımız Akropol, daha sonra Parlamento binasında askerlerin nöbet değişimini izliyoruz. Herkesi değişik etkiliyor Atina.

Ben beklediğimin üzerinde buluyorum. Atina – Pire 8 km. ve artık birleşmiş, kadınları çok şık ve “dikkatli” hiçbir şeyi kaçırmıyorlar. Bunu bana çok dikkatli bakmalarından anlıyorum.. Yoksa?.. Aman Tanrım fermuarım..!

Akademi caddesinden on sekiz kere geçtikten sonra “plaka” bölgesine geliyoruz. Plaka da Bodrum’un, Kuşadası’nın alışveriş merkezleri gibi ama daha küçük ve pahalı.. Pire limanını Paşa ve Türk limanını geziyoruz. Türk limanını adı hemencecik değiştirilmiş. Bizdeki Refahlı Belediye başkanları da aynı zihniyetteler. Halkı çok iyi.. Bize beklediğimiz gibi davranmıyorlar..

Gezimiz bitince restoranda “makarna çorbası” ve “rosto”dan oluşan yemeğimizi yiyoruz. Garson hanım Türkçe biliyor.. Türkçesi biraz zor anlaşılıyor ama Tümer’in rakısını istiyor, mevzu kritik olduğu için bu sözlü talebini gayet iyi anlıyoruz. Vermeyenin iki yüzü kara deyip vermiyoruz. Maazallah Afrika’nın ormanlarına balta girmemiş ama bizim rakılar girecek. Recep, Afrika’daki milli parklarda sayısı hayli azalan hayvanları üçer dörder görmek için inatla şişelerle rakı taşıyor.

Gece erken oluyor hemen yatıyoruz hem de 21.30 da. Çünkü uçak sabah 07.00 de kalkacak saat 04.30 a uyandırma yazdırıyoruz ve herkes zamanında uyanıyor.

OA 105 Airbus 600 ile Nairobi’ye yola çıkıyoruz. Yol 5,5 saat sürecek. Kahire, Khartoom, Abusimbel üzerinden Kenya’ya ulaşacağız. Kenya üzerinde epey etüt yaptığım yer.. Etrafında Etopia, Sudan, Uganda, Tanzanya var..

Nüfusu 24 milyon çoğu çiftçilikle geçiniyor. Kırka yakın etnik gruptan oluşmuşlar, resmi dili İngilizce halk aynı zamanda Kiwasili dilini de kullanıyor. Başkenti Nairobi iki milyon nüfusa sahip Dünyanın en büyük ikinci ananas plantasyonu burada. Havaalanına inince “VILDIRIM” diye kâğıt tutan siyaha yakın ten renkli biri bizi karşılıyor. Kenya bize vize uygulamıyor. Tüm Avrupalılar vizeye tabi, onlara hava atarak kolayca giriş işlemlerimiz tamamlanıyor.

Bavullarımızı alırken Abercrombie tur yetkilisi bizden adam başı 1117 dolar istiyor. Yazışmalarla önceden hazırlıklıyız ve tur ücretlerini havaalanında veriyoruz. Küçük bir minibüse önce bavullar sonra biz biniyoruz.

Minibüsle uzun bir yoluculuk başlıyor, yol 220 km. ilk durağımız “Mount Kenya Safari Club” yolda Recep en öne oturuyor. Şoförümüzün adı George, Figen adama hep Peter demesine rağmen adam isminde ısrarlı davranıyor.

Zıplayıp hoplayarak iki şeritli otoban teke iniyor, sonra toprak yola dönüşüyor ve Kulübe vasıl oluyoruz. Kulübü William Holden kurmuş Amerika neresi Kenya neresi.. Otelin girişinde basılı harika bir kitap var, başlığı “Cennet bulundu” kapağındaki resim burası.

Odalarımız şahane her odada iki yatak prenses yatağı ve köşede şömine. Oda servisimize bakan “Maid”in adı Helana, şömineyi yakıyor. Buranın yaz mevsimi bizim kışımız, ekvatorda yaz- kış çok yağışlı ve daha az yağışlı mevsim olarak ayrılıyor.. Biz şu anda daha az yağışlı mevsimdeyiz.

Bahçedeki leylek irisi kuşların bol bol resimlerini çekiyoruz, duşumuzu aldıktan sonra tüm grup bizim odada buluşuyoruz. Buranın özelliği akşam yemeğine şort, penye bluz, lastik ayakkabı veya benzeri kıyafetlerle gidilememesi. Geziye çıkmadan önce okuduğum kitaplardan da edindiğim bilgi bu.. Ancak önceden hepimiz sözleşip takım elbise getirmiyoruz. Recep’e de haber vermemize rağmen Recep bunu anımsamıyor ve bu gecelik yemek için ayrı bir bavul getiriyor.

Resepsiyonla görüşen rehberimiz George (Figen’e göre Peter) gömlek ve pantolon ve de lastik olmayan bir ayakkabı ile bizi yemek salonuna kabul edebileceklerini kulübe girer girmez söylüyor. Yemek salonu çok güzel, orkestra harika, yemekler nefis. Önce susamlı bir börek arkasından et suyu daha sonra Nuarımsı bir et yemeği, Aycan rakı şişesini masaya koyuyor, şişenin masamıza konulabilmesi için izin alıyor, ayrıca 300 şilin ödüyoruz. Bizim paramızla 300.000 TL (5 Dolar). Yemeklerin arkasından Kenya kahve likörü hepimizin hoşuna gidiyor ve uykuya çekiliyoruz.

Sabah erkenden etrafı gezmeye gidiyoruz. Milli parklar hemen her yerde var. Amboseli, Tsavo, Mount Kenya, Samburu, Mara ve diğerleri.. En büyüğü Tsavo.. Bu gezide oraya programımız yok.

Milli parklar uçsuz bucaksız ve içinde insan tarafından tehdit edilmeyen hayvanlar doğal, vahşi yaşamlarını sürdürüyorlar. Milli parkların içerisinde safariye gelen turistlerin kalmaları için loca adı verilen konaklama yerleri var.. Locaların etrafları 2.00 m yüksekliğinde 5 – 6 sıralı 15 cm. aralıklı düşük amperli yüksek voltajlı tellerle çevrilmiş.. Vahşi hayvanlar buradan geçemiyorlar. Mount Kenya Safari Kulüp ve diğerleri böyle korunuyorlar. Bu kulüp ayrıca Kenya’nın en lüks ve itibarlı yeri..

Sabah gezisinden sonra 09.00 da minibüsümüz hareket ediyor. Hedef kuzey ve Samburu Milli Parkı, yolumuz 120 km. ancak biz daha uzağa gidiyoruz. Asfalt bitiyor, süratimiz 50 km/saate düşüyor, tıngıldayarak ve de dangıldayarak Milli parkın kapısına geliyoruz. Kapıda bizi babun maymunlar sürüsü karşılıyor.. Minibüsümüzün tavanı yukarı doğru kalkıyor herkes ayağa kalkıp fotoğraf çekebiliyor. Kapıyı açıp aşağı inmek hayvanlara kabuklu kabuksuz yemiş vermek salona şişe sokmak yasak. Her şey doğal, doğal hayatı bitek Tümer bozuyor. Tahtakale’den aldığı kaptan Flint’in dürbünü iç içe geçmiş silindirlerden oluşmuş dev bir anten gibi, onu açınca ormana yabancı cisim girmiş oluyor.. Hayvanlar ürküyor ama o halinden hayli memnun.. Otele çeşitli hayvanları ara ara görerek varıyoruz. Otelin adı Samburu İnterpıds Club.. Giriş harika dik eğimli saz bir çatıdan oluşmuş büyük bir Lobby.. Resepsiyondaki çocuk Latal bize otelin kurallarını anlatıyor.. Tek dikkatimi çeken elektrik kesintisi. Ormanın içerisinde elektrik yok. Jeneratör var gece 24.00′den sabah 05.00′e kadar elektrik kesiliyor.

Otele 12.30′da varıyoruz. Herkes acıkmış yemeğe saldırıyoruz. Recep büyük bir iştahla yumuluyor. Çiğnerken alın kasları hızlı hızlı oynuyor, nefes alışı sıklaşıyor, yüzünde şaşkın bir ifade ile diğerlerinin tabağında artırılan yiyeceklere bakıyor. Bu sırada Tümer Nuran’a Rumca birden ondörde kadar saydırıyor. Ben yemekten sonra havuza gidiyorum.

Saat 16.00 da safari için tekrar buluşuyoruz. Safaride bu sefer Waterbucks (Türkçesini bilmiyorum) Yavrum Oriks (Nuran taktı bu ismi) çeşitli antiloplar görüyoruz. Bu parkta sayısı 100′ü bulan aslan olduğunu öğreniyoruz. Kılavuzumuz milli parkta en çok fil’den korkulması gerektiğini söylüyor. O sırada gitmekte olduğumuz toprak yolun önüne dev bir fil çıkıyor.. Hayvan bizi görünce hızını artırarak dev kulaklarını zıplatarak üzerimize geliyor.. Minibüs şoförümüz ve kılavuzumuz George telaşla geri vitesine takıp geri geri götürüyor bizi.. Üzerimize gelen iri fili durdurmak mümkün değil. Herkes George’un telaşına bakarak korkulması gereken bir durumda olduğumuzu anlıyor.. O sırada dev yaratık birden soluna dönüyor ve uzaklaşıp gidiyor bizden.. Bu kararında eminim Tümer’in o an ortaya çıkan ‘Kaptan Flint’ dürbününün rolü büyük..

Zürafalar, Babunlar derken şansımız yaver gidiyor, dere kenarında dişi aslan sürüsünü yakalıyoruz. Tüm minibüsler burada toplanmış,zaten turistlere hayal kırıklığı yaratmamak, ‘Big Five’ denilen (Fil,Aslan,Leopar,Gergedan,Bufallo) hayvan gurubunu görmelerini sağlamak için her kılavuz birbirine telsizle haber veriyor,’Burada şu hayvan var’ diye.. Aslanlar 60-70 m. mesafede kumda yuvarlanıp oynaşıyorlar, tam 11 tane. Erkekleri kim bilir nerede? Civarda kahve falanda yok ama..

Akşam yemeği saat 20.00′de. Yemekte patates çorbası ve et var. Rakı şişesinin masaya koymak için bir 300 şilin de buraya ödüyoruz. Bir büyük rakı ile sekiz kişinin çakır keyif olmasının sırrını anlamayan garson şişe bitince içini kokluyor. İşte diyorum garsona Rakı’nın kerameti bu, bir şişeyi aşağıda akan nehire döksen tüm hayvanlar aslan kesilir.

Odalar çadır şeklinde iri bir cibinlik gibi, her tarafı sinek girmeyecek şekilde tüllerle kaplı, resepsiyondan epey uzak. Kilit yok fermuar var.. Fermuarlarda çadırın ana gövdesine iple bağlanıyor içeri maymun girmesin diye.. Namussuz maymun fermuarı açabiliyor demek.. Merak etmesinler yakında düğümü de çözer.

Çadırın altı da tüm kapalı, ortasında güzel bir yatak var tam üzerinde yataktakileri serinletsin diye pervane dönüyor. Tuvalet + duş çadırın içerisinden çadırın içinde taş bir duvar ile ayrılıyor. İçeride bir de el feneri var..

Sabah erken kalkmak için gece uykuya çekiliyoruz. Tüm misafirler çekilince vahşi ormanın müthiş sesleri başlıyor.. Yüz metre ilerideki bir vahşi hayvan sesi sanki yatağın altından geliyormuş gibi bir his veriyor insana. Bu seslere güçlü bir vahşi hayvan sesi horlaması karışıyor tam ormanın tüm seslerini bastıracak “öhö” diye bir bayan öksürüğü ile kesiliyor, belikli bir horluyor eşi de “yahu uyuyan halka yazık” diye kocasını uyarıyor! Önce Allah var. Şüpheler Recep’te toplanıyor ama sabah Tülin aynı şekilde öksürünce uykusunu almış sevimli aslanın Aycan olduğunu anlıyoruz. Vınlamalar, tıslamalar, homurtular, viyaklar, ciyaklar, gulu gulular arasında sabahı buluyoruz. Sesler gerçekten ürkütücü..

Sabah 06.00 da çadırımıza bir gece evvelden söylediğimiz çayımız geliyor ve safariye çıkıyoruz. Bu sefer hedef otelin önünden geçen nehrin karşı kıyıları.

Tüm locanın etrafı burada da elektrikli tellerle çevrili.. Ancak gece elektrik kesilince bu önlemimizde kalmıyor anlaşılan. Bir de nehir tarafında tel yok “nehri geçen hayvan kampa girmez !” diyor George.. Bence yanlış çünkü her hayvan nehri geçebiliyor çünkü çok sığ.. Vahşi hayvan ne bilsin karşı kıyıda kulüp var”.. İlk başlardaki şaşkınlığımız safari sürdükçe azalıyor daha dikkatli hayvan gözlüyoruz. Buradaki karınca yuvaları 1,5 – 2,0 m. yüksekliğinde 3 m. çapında binlerce karıncanın içeriden çıkardığı kıpkırmızı topraktan oluşmuş, adım başı bunlara rastlıyoruz. Figen bunları merak ediyor ben de bunların “gergedan pisliği” olduğunu söylüyorum. Figen heyecan içerisinde gruba bunu anlatıyor, herkes gülünce “aşk olsun Yıldırım” diyerek gırgıra katılıyor! Gergedanın yarısı büyüklüğünde bir halt işleyemeyeceğini o da anlıyor.

Recep safari şaşkınlığından kameraman niteliğini kaybediyor. Mesela filin burnunun dibinde bekliyoruz herkes çekeceğini çekmiş minibüs tekrar çalışıp giderken “tüh yahu tam çekecektim” deyip ayağa fırlıyor.

Birde havuz kenarında yuvası bulunan başı lacivert, kolları kırmızı, vücudu yeşil bir kertenkele var, günlerdir Recep onu gözlüyor. Ağzı sulanarak videonun vizöründen bakıyor ona zumluyor hayvancağız başına geleceğinden habersiz ona poz veriyor, başını yukarı-aşağı yukarı-aşağı oynattıkça zaten kilosu nedeniyle mimli ve bu gezide de iştahı daha da açılan Recep yutkunuyor. Tümer’le işaretleşip kertenkeleyi yalnız bırakmama kararı alıyoruz.

Safari sonrası (Burada safariye Game Drive deniliyor.) kahvaltı, havuz sefası ve öğlen yemeğine gidiyoruz. Öğlen yemeği bezelye çorbası, et ve tavuk. Yemek sırasında Aycan’ın çektiği videoyu masada izliyoruz. Aycan kamerayı flit sıkar gibi kullanmış değişik bir çekim tarzı var “filden kaçarken araba geri geri gitti ondan” diye izah etse de kordelanın tümünde aynı “aerosol” tekniği hakim, mesela ortada bir fil veya zürafa var kamera sağa-sola sola-sağa sertçe hareketlendiriliyor, obje şayet kareye girerse bu sefer aşağı-yukarı yukarı-aşağı fırçalanıyor bu arada otlar yollar devrilmiş ağaç kütükleri çok kısa sürelerle ekrana geliyor.. Tekniği çok değişik, ancak kaydedilen seslerden geziye katılanların hangi olayı yaşadığı anlaşılabiliyor sadece sesleri karıştıramamış filmi çekerken.. Gözünü makineye koymayıp sinemada “yer gösterici” gibi makineyi eliyle ileriye uzatması bu arada başıyla başka bir yerlere bakıyor gibi yapıp gözüyle başka taraflara bakması kolay elde edilebilir bir çekim tekniği değil..

Öğleden sonra safariye çıkıyoruz bu sefer hedefimiz çita.. Çita düz sahada avlanıyor leopar ile farkı burada. Bütün safari arabaları bir araya toplanıyor, Sanki Keçiören minibüs durağı gibi ve çitanın başını görüyoruz, herkes görüyor bir tek Nuran göremiyor. Türk filmlerindeki Hülya Koçyiğit’i oynuyor sanki.. Göremiyorum göremiyorum diye hepimize vicdan azabı çektiriyor. Millet ona yardımcı olmaya çalışıyor.. “İşte Nuran! Bak şu çalının arkasında bıyığını oynatıyor!!!O kuyruğu değil Nuran orası çalılık..”

Ama şans bir kez daha bizden yana bu sefer çitayı tüm vücudu ile tekrar görüyoruz hem de yola daha yakın bir yerde. Bir de dönüşte tek başına yürüyen dişi aslana rastlıyoruz, aslan umarsız ve kayıtsız minibüstekiler onu heyecanla izleseler de o başka yerlere bakıyor. Dönüşte Serena Lodge’a uğruyoruz. Burası bizimkinden bir – iki yıldız daha yüksek. En azından telefonu var! Evlerimizi arıyoruz herkes yakınlarına haber veriyor ben Işıl’ın dikkatini çekmek için “her yerden aslan çıkıyor” diyorum o benim ilgimi çekmek için “Türkçe’den 8 aldım” diyor. Kaancığımda bizi merak etmiş Allah ayırmasın..

Akşam yemeğinden sonra yatıyoruz, sabah erkenden yola çıkıyoruz. Geldiğimiz yoldan geri döneceğiz! Isiolo’dan Mt. Kenya safari kulübü’nün yanından Nanyuki’ye geliyoruz. Burası Ekvatorun tam geçtiği nokta. Buradan geçtiğimize dair 200 Ksh’e sertifika alıyoruz. Hanımlar alışverişte erkekler Dünyanın tam ortasında olmanın heyecanında buraya özel bir “gösteri” başlıyor. Ortası delik bir kabın içine konulan su Kuzey yarım kürede saat istikametinde, Güney’de ise saat istikametinin tersine dönerek yere akıyor.. Tam ortada ise hiç dönemeden dümdüz aşağı akıyor, çok ilginç! Bir adım atıp kuzey yarımküreye,bir adım geri atıp güney yarımküreye geçiliyor ve bu ilginç deney bir metre içerisinde gözlemlenebiliyor..

Oradan öğle yemeğine Lake Nakuru Lodge’a geliyoruz, öğle yemeği burada! Nefis patates-patlıcan ve beşamel soslu musakka var yemekler güzel ve açık büfe. Yemekten sonra Afrika tip kamış çatılı “bungolow” ların arasında geziyoruz ve saat 15.30 da safariye yöneliyoruz. Hava kapalı ve hafif yağmurlu.. İlk gergedan daha sonra bufalo görüyoruz. Bufalolar için çok tehlikeli olduğunu söylüyorlar.. Hele tek olursa saldırganlaşıyormuş. Bendeki izlenimi çok sakin, inek irisi bir hayvan oluşu. Afrika Bufaloları Amerikadakilerinin görünüşünden çok farklı..

Kısa süren turumuzdan sonra Lake Naivasha’ya geliyoruz. Buradaki otelimiz yine aynı isimde ve 12 odalı, 1 ve 2 de biz ve Recepler, 9 ve 10 da Tümer ve Aycanlar kalıyorlar. Bizim oda büyük, otel evden bozma odamızdan koridorla tuvalete oradan koridorla banyoya geçiliyor. Banyo ile WC’nin birleştiği yerden Receplerin odaya geçiliyor.. Tüm kapılar açılınca receplerle ayın tuvaleti kullanıyormuş hissi oluşuyor. Aslında Receplerin ayrı banyosu var ama biz onu gizleyerek Tümer’e Receplerle tuvaleti ortak kullanmak zorunda olduğumuzu söylüyoruz. Onun hayreti ve halimize gülmesiz bizi de güldürüyor.

Akşam yemeğini yiyor ve uzun süreden beri ilk defa TV seyrediyoruz. Gece yatarken otelin 50 m. önünde bir bufalo geliyor, hayvan yine çok sakin, ineksi bir şekilde ot yiyor ama yine onu tanıyanlar çok heyecanlı, bekçilerin silahı yok.. Vahşi hayvanı öldürmenin büyük cezası var. Tek silahları cep feneri ve sopa ile taş atmak. .. Heyecan arıyoruz, bufalo otele saldırsın istiyoruz ama olmuyor çaresiz uyuyoruz. Sabah kahvaltıya 07.00 de gidiyoruz, kahvaltı ilk görünüşte zayıf Tümer’in tabağında kesmeşeker büyüklüğünde tereyağı ve güvercin kakası büyüklüğünde iki reçel damlası var ama daha sonra meyveler, yumurtalar geliyor ve Lake Naiwasha otelini terk ediyoruz.

Herkesin söylediği 20 km. lik “korkunç” diye adlandırılan bir yol var 1,5 saat sürdüğü söyleniyor. Haritayı inceliyoruz, günlerdir bize söylenen ve sıkıntısı içimize giren yolun farklı bir alternatifi olduğu ortaya çıkıyor. Yollarda kilometre işaretleri yok, şoförün tahmini kilometreleri var. Yolun bitiminde Masai Mara’ya geliyoruz, otelimiz Sopa Lodge! Geldiğimiz yola göre biraz yukarıda dağın eteklerinde gözüküyor. Kamıştan çatılı, Afrika stili epey büyük bir loca, odalar 49,50,51 ve 52 numaralı. Bavulları bırakıp öğle yemeğine koşuyoruz yemekler fenaya benzemiyor; böbrek, et sote, balık köftesi, makarnalar, mercimek ve açık büfe. Saat 16.00 da yola çıkıyoruz.

Safari için Mara bölgesi çok yeşil düz alanlardan oluşuyor. George, Mara’nın manasının savan ve çalılık olduğunu söylüyor. Bu bölgenin sahipleri Masailer son derece savaşçı bir ırk.. Ellerinde mızraklar üstlerinde kırmızı pelerin ayaklar, eller çıplak doğa ile savaşıyorlar. Birde kulak memelerini delip aşağı sarkıtmışlar. Delik, çiftlik süt şişesinin ağzı kadar. Masai Mara kampının girişinde bizi ilk karşıladıklarında şaşkınlığımız yerini kendimizi savunmaya bırakıyor, Masailer inanılmaz pis kokuyor. Minibüsümüzün pencerelerine doluştukları anda içeriyi sinekler basıyor, erkek mi kadın mı anlayamadığımız tipler ellerinde kendi yaptıkları takılar bir tanesinin dudaklarında tezek yapışmış korkunç bir koku.. Bunların resimlerini çekmek yasak ancak izin alıp para öderseniz müsaade ediyorlar. Bir avlunun etrafında kurulu evleri var daire şeklinde ortada köyün inekleri vahşi hayvan saldırmasın diye tam bir gözlem altında.

Günde bir öğün kan-süt karışımını içiyorlar birde çiğ et yiyorlar. İhtiyaçlarını etraftaki çalılıklarda görüyorlar onları da köyün köpekleri yiyor. İlk gün safarimiz bereketli! Bir çita görüyoruz birde buralarda pek ender görülebilen leopar. Leopara ağacın tepesinde dinlenirken rastlıyoruz. Bir Gazeli parçalamış sakin sakin ağacın tepesinde dinleniyor.

Dönüşte yağmur başlıyor.. Otele döndükten sonra rakı faslı ve yemek!

Yemekte Nuran ve Recep kaldığımız otelin önüne gelen sırtlanları beslemeye gidince tatlılar sahipsiz kalıyor. Tatlıların yarılarını Tümer ile yiyoruz. Yediğimiz anlaşılmasın diye yenen kısmına karpuz yaslıyoruz olmuyor üzerlerine çiçek dikiyoruz. Artık zapt edilemez bir haldeyiz birde üzerlerine acılı ketçap döküyoruz. Millet sırtlan beslerken biz Nuran ile Recep’i beslemenin heyecanındayız. Tümer yerinde duramıyor. Korkunç tuzağı anlaşılmasın diye tabağındaki pasta parçalarını öne alıyor, sağa çekiyor gözü de tuzağa düşmek üzere olan Recep’in tabağında. Aycan o sırada ayağa kalkıp ilk defa kamerasını gözüne koyup olayı görüntülüyor. Nuran hiç şüphelenmiyor önce süslere gülüyor ve ilk çatalı ağzına götürüp birden espriye katılıyor. Tümer ise gülmekten katılıyor.. Emeline kavuşmuş olmanın mutluluğunda olayın keyfini kahve içene kadar çıkartıyor.

Bu gün ayın 21′i Masai Mara’da son günümüz. Sabah kahvaltıdan sonra timsah ve hipopotam görmek üzere yola çıkıyoruz. Epey gittikten sonra dün gece yağan yağmur nedeniyle balçıklaşan yolda devam edemeyip geri dönüyoruz. Giderken yolda beş aslan üç bufaloya yaklaşırken görüyoruz. bufalolar sakin sakin otlarken birden dev başlarını kaldırıp havayı kokluyorlar etraftaki gazeller, geyikler, oriksler hareket halinde olay mahalline doğru koşuyorlar.. Hani bizde kavga çıkınca meraklılar doluşuyorlar ya onun gibi bir şey. Birden iki aslan öne fırlıyor. Bufalolar dev cüsselerine rağmen geri dönüp kaçmaya başlıyor. Aslanla aralarındaki mesafe gittikçe daralıyor müthiş bir final, can pazarı heyecan ile izliyoruz.

Koşu üç yüz metre sürüyor, aslanlar kesilip duruyorlar. Bufalolar kayboluyor. Allah’tan Recep bu sahneyi görüntüledi.

Dönüşte Keekorok Lodge’a uğruyoruz. Burası Kenya’nın en iyilerinden Jimmy Carter ve bir sürü ünlü burada kalmış. Küçük uçaklar için pist çok yakın. Aksi halde koskoca Amerika Cumhurbaşkanı minibüste beş saat tıngırdayarak buraya gelmez. Balon safarisi sabah 06.00 da başlıyor 08.30 da bitiyor. Kişi başı 360 dolar. Locanın dükkânını adeta yağmalıyoruz. Öğlen yemeğinden sonra program bir Masai köyünü gezmek, herkes nelerle karşılaşacağının merakında!

Ve, Masai köyündeyiz. Köye girmek adam başı 500 Khs.. Biz girince köye, kadınlar erkekler milli kıyafetleri ile dökülüyorlar ortaya.. Yerler tezek ve inek pisliği ile çamur karışımı dolu! Erkekler ortaya toplanıp hep bir ağızdan şarkı söylüyorlar, bir tanesi de ortalarında zıplıyor. Yüze yakın kare çekiyorum. Bir ara bir Masai kulübesi geziyoruz. İki oda bir de inek odası olan in gibi bir yer; odaların birinde ancak anne-baba yatıyor diğerinde çocuklar, tam bir kişinin sığacağı büyüklükte, yükseklikte yok. Ayakta duramıyorsunuz etrafı tezekle sıvanmış üzeri kil ve kamış. Kulübeye girerken içeri direk hava akımını kesmek için S çizilmiş iki gözlü bir labirentle içeri giriliyor. İçeride yanan ateşin insanları zehirlememesi için 10 cm x 10 cm ebadına yan duvarı delmişler ve buraya bir baca yapmışlar..Masailerin içlerinde çamaşır yok, çıplak tene kırmızı çarşaf sarıyorlar.. Köyün içinde yerde hediyelik eşya satıyorlar hepside normalin üzerinde fiyatlı.

Kenya’nın kuzeyinde, Viktorya gölü yanında yer alanTurkana bölgesindeki yerlilerin hiçbir şey giymediklerini öğreniyorum. Samburu’ya 350 km mesafe.. Bir daha Kenya’ya gelirsem özellikle bu bölgeyi programıma alacağım.

Otele dönünce havuza giriyoruz. Tam Recep ile Nuran gelince yağmur başlıyor o da ayrı bir gırgır katıyor geziye. Hele hele Sevgi ile Tümer’in yağmur altında şemsiyeli Yunan askeri disiplini ile şampuan değiştirme sahnesi görülmeğe değer diye resimliyoruz.

Akşam yemeğinde folklor gösterisi var. Masailer zıplıyor hopluyor ve biz filmlerini çekiyoruz.

Sabah 06.30 da kahvaltı ve Narok üzerinden Nairob’ye dönüyoruz. Programda öğlen yemeğinde Dünyaca ünlü ‘Carnivore’ restoran var. Buranı özelliği her türlü etin ızgarası olması. Tavuk, biftek, sosisten sonra zebra, timsah, devekuşu eti geliyor. Yemek sonrası programın bitmesi nedeniyle artık bizden ayrılacak olan George’a 4000 Khs bahşiş veriyoruz yaklaşık 80 USD. Normal bahşiş 40 USD pek memnun olduğunu sanıyoruz.

Nairobi de programımız bitiyor, Uçakla Mombasa’ya gidiyoruz. Mombasa’ya indikten sonra havaalanından 45 dakika süren bir yolculuk sonrası Serena Beach Hotel’e geliyoruz. Otel Arap mimarisi ile yapılmış! Kapıda bir bedevi bavullarımız alıyor. Palmiyeler ve Hint okyanusu, hemen okyanusa dalıyoruz. Su ılık, duş ılık, gece sıcak, ancak çok kalite restoranları var. Akşam yemeğine Recep dona benzer bir şeyle gelince restoran idaresi onu nazikçe uyarıyor. Oda gezinin son gününde bulabildiği en şık kıyafeti ile yemeğe katılıyor. Yemekte “Naıwasha wine” içiyoruz. Tümer’e iki gündür rüyalarımızda gördüğümüz “Orhen Thurramen” şakası hazırlanıyor. “Yemez” ama iki dakika sersemletir o da Nuran’ı tatmin eder düşüncesindeyiz.

Sabah 07.00 de kalkıyoruz. Tümer’in sindirim sistemi bozulmuş. Recepte de zebra ve timsah etinin aynı etkiyi yaptığı tespit olunuyor. Aycan’da “tık” yok çünkü sindirim sistemini bozacak etin gidebileceği bir “merci” yok.. Tüm sistem yıllarla değişmiş, çenesinin altından çıkan eğri bacaklarının arasından geçip ensesine birleşmiş bu “armudi” topun içinde herhalde mutasyona uğramış organlar var.. Ağız boşluğundan buraya besin ve rakı gönderiliyor ve ağız tabir edilen delikten arada bir “Hayret bir şeysin” ve “Tümööör” diye sesler çıkıyor.

Sabah kahvaltısından sonra otelin hemen arkasındaki dükkânlara gidiyoruz. Yolculuğun başından beri “Alışverişi Mombasa’dan yapalım en ucuz yer orası” önerimin haklılığı teyit ediliyor. Yaptığımız alışverişlerde aile başı 200′er dolar fazladan verdiğimiz küçük hesaplamalarla ortaya çıkıyor.

Receplerle birer heykel alıyoruz. Heykellerin “üro genital” sistemleri “olağandan oylumlu”. Güzel paketleniyor ve otele dönüyoruz. Bu arada lüzumlu lüzumsuz alışveriş krizi devam ediyor, ben bir kristal kül tabağı alıyorum. Daha mani olunmasa Sevgi’nin aklında “tabure” var.

Otelde herkesin niyeti dinlenerek akşamı bulmak.. Bir Hint okyanusuna, bir havuza giriyoruz. Okyanustaki “met” olayı çok ilgimi çekiyor. Deniz iki kilometreye yakın çekilmiş “çekilme” olayında kimse çekilen denizin altında dükkânlar olmadığı için ilgi göstermiyor. Bir tek Nuran ve ben bu müthiş coğrafi olayı yaşıyoruz. Okyanusun boş tabanında yürüyoruz! Sonra 14.00 e doğru sular milim milim gelmeye başlıyor ve 16.00 ya doğru kayıp sular geri dönüyor.

Dönüş uçağımız bir “fokker 50″ pervaneli, Figen’in korkulu rüyası.. Ama o da yolculuk sonunda pervaneli uçağa güvenoyu veriyor. Nuran’dan da öğrendiğimize göre her yolculuktan önce ve esnasında otuz üç kere kulv_u Allah ve elham okuyor. Herhalde ileriki yoluculuklarda kucağında küçük kamp tüpleriyle “helva kavurup” hostesler aracılığı ile dağıttıracak!

Ancak Nairobi havaalanında ikinci bir sürpriz bizi bekliyor. Nairobi – Mombasa arasında kokuları çalınan Aycan ve Figen2e bu sefer Nuran’ın ütüsü ekleniyor.. Herkesin çantası didiklenmiş.. Müthiş sinirimiz bozuluyor durumu maymun suratlı yetkililere aktarıyoruz. Bu çok basit hırsızlık olayı adamların zekâ barikatlarından geri dönüyor. Bu maymun benzeri adamların pantolonlarının içine kuyrukları olduğuna eminim. Nuran ve Figen havaalanı polisine gidiyor. Amaçları Kenya’yı onurlu bir ulus haline getirmek. Recep, bir insanın yüzüne küfür edip hır çıkmamasının zevkini yaşıyor. Bu arada üç bavulumuz bir sonraki uçakla geliyor. Allahtan her saat başı uçak var ve OA 106 uçağını beklemek için nasıl vakit geçirsek telaşımız son buluyor. Uçakta yer olmadığı için üç adet first class bileti için çekilen kurayı Aycan kazanıyor. İkinci kurayı tüm grup çekmeyi reddediyor ve Sevgi ile beni büyük bir özveri ile first class’a gönderiyor. Kendimi çok rahatsız hissediyorum. Ama asıl rahatsız olan Tülin, Tümer ve Figen. Tuvaletin önündeki koltuklara düşüyorlar. Tüm yolcular sabaha kadar tuvalete giriyor ve sifon çekiyor. Uçağın sifonu vakumlu müthiş bir emme gücü ile çalışıyor ve sesi uçağın önüne kadar geliyor.

Sabah saat tam 06.00 da Atina’ya iniyoruz. Atina2dan 07.30 da havalanıyoruz sabah 08.30 da İstanbul’dayız. Hemen bağlantılı uçakta yer buluyoruz. Recep ve Nuran’ı İstanbul da bırakmak çok zor geliyor, onların uçağı akşam 18.00 de. Biran önce kızlarına, evlerine kavuşmak arzusundalar.. Ayrıldığımıza çok üzülüyorum ama yapacak bir şey yok.

Güzel bir gezi böyle bitiyor. Tanrı tekrar nasip etsin! Bundan sonra genel istek tekrar Karayip adaları. Çocukları Disney World’e götürmekte var..

Kasetler seyredilip fotoğraflara bakıldıkça bu gezinin güzelliği anlaşılacak.

Yıldırım Tuna 25 Şubat 1996

No comments:

Post a Comment