Monday, 31 December 2012

2001 Eylül, Ege Yunan Adaları Gezisi

16 Eylul 2001, Pazar

Dün 18.00’de kalktı ‘TDİ Karadeniz’ gemimiz. Karaköy’de bağlı olduğu limanda şanssızlık eseri ‘Royal Princess’ gemisinin yanına demirlemişti. Royal Princess 10 katlı muhteşem bir gemi’ Bizimki yanında flikası gibi kalıyor.

Karadeniz gemisine biniyoruz. Biletimize bakan görevli herkesi güler yüzle karşılıyor. Bize ‘iki kat aşağı 205 numara’ diyor. Makine dairesine doğru inişe geçiyoruz. Odamız geniş.. 2 ranza var. Her ikisinin alttaki yatağını paylaşıyoruz. İşin en güzel tarafı sabah erken kalkınca Sevgi’yi uyandırmamak için yatakta hapis oluyor olmamam.

Yatağımın tepesinde ayrı ışığım var, istediğim an kitap okuyabilirim. Banyo ve tuvaleti de çok güzel. Tuvalet harika çalışıyor. Eee, nede olsa odamızın konumu nedeniyle fosseptik tankına çok yakın olmalıyız.

Gemiye binerken pasaport kontrolde, bir adam sevgilisiyle kavga ediyor, çok sinirleniyor ve kadını pasaport kontrol noktasında sinirli bir şekilde terk ediyor. Kadında ona ‘Terbiyesiz herif !’ diyor, başka şeylerle söylüyor, mutlu olsunlar diye planlanmış, bilet alındığı sırada aşk dolu kamara muhabbetleri düşlenirken şu son anda gelinen duruma bak.. Adam sevgilisini ortada bırakıp gemiye doğru gidiyor’

Gemiye çıkıyor ‘Şu dırdırcı kadından kurtuldum.. Belki daha güzel bir fıstık bulurum’ heyecanı ile gemide hızlı bir tur atıyor, daha sonra bir gemi dolusu yaşlı kadınları görüp vazgeçmiş olmalı ki anında dönüp sevgilisini gemiye getiriyor.. Onlar gemiye binerken çıkış merdiveninde kadınla göz göze geliyoruz, omuzlarını kaldırıp, dudaklarını büzerek ‘Napalım oldu işte!‘ işaretini veriyor bana.

Gemide bir de Abdullah ACAR var, Fenerbahçe Kulübü yöneticisi. Yanındaki kız en fazla 25 yaşına, adam 70’lik! Tabii böyle bir ilişkide erkekler kızlarla yaşlarının toplamının yarısı gösteriyorlar! Yani Acar 42 yaşında gösteriyor resmen..

Odamıza yerleşiyoruz ve gemi kalkıyor. Makine dairesinin tam yanımızda, altımızda ve üstümüzde olduğunu anlıyoruz. Yani tam makinenin içersindeyiz sanki.. Konuşmak mümkün değil! Daha iyi! Belki de böylece Sevgi'yle kavga falan etmeyiz. Şaft dönünce her yer zıngırdıyor. Uskur suyu itiyor, su uskuru, o geminin su kesimindeki gövdesini yani bizim odayı ve bizim ranzaları, biz de gidiyoruz. Olsun..

Ben çok rahatım.. Biraz dinlenip, duş alıyorum ve saat 20.00’de yemeğe çıkıyoruz. Restorana ‘cafe’ den geçiliyor. Çok güzel döşenmiş bir restoran. Turuncu koltuklar, sarı ceketli garsonlar renk katıyor yemeğe. Yemekte mercimek çorbası, biftek, taze fasulye ve şeftali var. Sevgi bifteğe bayılıyor. Rakımızla birlikte yemeğimizi yiyoruz. Aynı masayı paylaştığımız adamın karşısındaki kadını çözemiyoruz. Annesi mi, karısı mı? Diye.. Adam sürekli konuşuyor, eğlendirmek, oyalamak için kadını.. Kadın yaşlı gözlerle arada bir başının sallayarak onaylıyor, kocası mı, oğlu mu anlayamadığım adamı! Adam kamaradaki tarihi rakısını garsonların masaya getirmesine izin vermemelerini şikâyet ediyor anne-karısına. Bende birazdan iri bir duble rakı hazırlayıp sunuyorum adamcağıza, seviniyor ve kabul ediyor..

Saat 20.30 oluyor, o gün çok yorulmuş olduğumuz için hemen yatıyoruz. Ertesi sabah 08.30’de kahvaltıya çıkıyoruz dinlenmiş olarak. Kahvaltıda peynir çeşitleri, domates, salatalık ve yumurta var.

Öğlene yaklaşırken sağımızda git git bitmez bir Yunan adasına, bir kurmay gibi gözlerini kısarak adamın biri ‘Midilli’ diyor. Adamda ‘emekli asker’ formatı var! Saat öğlen 11.00 suları.. O saatlerde bizim Midilli’de olmamamız lazım! Ayrıca Midilli, Edremit Körfezi’nin içinde olmalı, inanmıyorum emekli yarbay görünümlü adama, gemideki bir denizciye soruyorum adanın adını. ‘Midilli Midilli!’ diye cevap veriyor TDİ Karadeniz’in görevlisi. Sonunda o adanın ‘Sakız’ adası olduğu anlaşılıyor! ‘Vay! Neden 12 adayı verdik!’ diyenlerin kulağı çınlasın.. Burnumuzun dibindeki adaların adını denizcilerimiz bile bilmiyor!..

Derken, gemimiz Çeşme limanına giriyor, Sevgi’nin gözü Çeşme’de değil restoranın kapısına asılmış yemek listesinde! Herkes denize bakıp iyot kokusunu içine çekerken biz mutfağın havalandırma bacasına dönmüş pişmekte olan yemek kokularını çekiyoruz içimize.. Öğle yemeği kokuları geliyor mutfaktan. Yemek saati geldiğinde Mantarlı köfte, fırın makarna, salata ve patlıcan kızartmayı anında gövdeye indiriyoruz. Yemekler harika! Ancak fırında makarna biraz fırında ‘unutulmuş’! Üstte kurumuş makarna büzlerini delip yumuşak bölgelere ulaşmak gerekiyor..

Çeşme’den gazete ve güneş gözlüğü alıp odamıza çekiliyoruz. Benim cep telefonunun pilini kırmama kızan Sevgi, odanın ‘air conditionunu’ bozuyor! Ödeşiyoruz. Akşamüzeri 19.00’da tanışma kokteyli var gece kulübünde. Herkes cicilerini giyip beklerken müzik başlıyor ve Kaptan elinde mikrofonla şarkı söyleyerek arkasındaki mürettebatla içeri giriyor. Hoş bir sunum. Şarkının nakarat bölümlerinde mürettebatın iki sağa iki sola kayarak vokal yapacaklarını beklerken onlar esas duruşta ‘buz’ gibi duruyorlar. Hallerinden ‘Bizim kaptan böyle kaçık işte.. Neler çekiyoruz’ havası anlaşılıyor. Kaptan’a ‘Süvari bey’ deniliyormuş hitap ederken, tüm personel ‘Süvari Bey’ diyor. Yaşlı bir teyze bunu ismi zannedip ve de yanlış anlayıp kaptana gezilerden birinde sürekli ‘Süavi Bey’ diye hitap etmiş.. Kaptan bu olayı bir anekdot olarak anlatıyor kokteyl partide.. Oradan akşam yemeğine geçiyoruz. Akşam yemeği öğlenin aksine ‘zayıf’. Dört tel roka yanında levrek tava ve patates (haşlanmış). Yanımızda aynı masayı paylaştığımız anne - oğul mu, karı - koca mı, kestiremediğimiz çift, abla - kardeş çıkıyor. Siyasetten bahsediyoruz. Sevgi gece 24.00’ü bekliyor. Göz göze gelince ‘yatalım’ mesajını alıyor. Sertçe ‘uykun mu var?’ diye soruyor. Cevap ‘evet!’ olursan anında hır çıkarabilir. Son derece uykusu gelmemiş bir vaziyette gözlerimi kocaman açıp ‘Yoo!’ diyorum. Son iki gündür bana iyi davranıyor ama tuhafıma gidiyor bu ‘iyi davranma’.

‘Gece ikramı’ kibrit kutusu büyüklükte kesilmiş pizza çıkıyor. Ben akşam yemeğindeki açlığı o kutulardan 4 tane yiyerek bastırıyorum. O arada iştahla pizzaları ondan daha fazla yediğime kızan Sevgi’ye göre ‘herkes bana gülüyor’! Güleni görmedim ama Sevgi her nasılsa görüyor!


17 Eylul 2001, Pazartesi

Sabah Rodos’a giriyoruz. İlk görünümü çok müspet. Çeşme’nin gemimizden görünümü çok zayıftı. Sevgi Rodos Limanında surların içinde ‘Cami’ görüyor..

Ben biraz erken kalkıyorum. ‘Emekli asker’ görünümlü adam yanımda bitip Kanuni’nin burada 20.000 şehit verdiğini, bu adayı almak için Piri Reis’in kellesinin istediğini ekşimiş bir surat ifadesi ile anlatıyor. ‘Bu kadar zahmetle aldık, verdi pezevenkler!’ gibi bir yaklaşımı var. Biz millet olarak Ana Kara’nın içine etmişiz, adaları ne hale getirdiğimizi bizzat Bozcaada’da tespit etmiş biri olarak hiç sallamıyorum bu üzüntüyü!

İyi ki Yunanlılar almış, pırıl pırıl bakıyorlar bizler için.. Biz de olsa surların üzerinde ‘Fanta’, ‘Bel Fıtığı’ falan yazardı’

Sevgi şortuma takıyor ‘çok komik!’ buluyor. ‘Doğru dürüst bir şort al!’ diyor. Sıkılıyorsan değiştireyim diye savıyorum saldırılarını. ‘Hayır da, şortun hiç yok!’ diyor. ‘Bu ne?‘ diyorum. ‘Ne biliyim, komik!’ diyor sonra birden insafa gelip susuyor. Ama mutlaka bir şeyler olacak. İnşallah olmaz.

Bu arada gemiye binmeden İstanbul’da ‘Tarotçu Sevim’e Ortaköy’de fal baktırıyoruz. Önce 15, sonra 7, daha sonra 7 kartı sol el ile seçiyorum. Sevim her şeyi ‘şak’ diye biliyor. ‘Deniz gezisine çıkacaksınız !’ diyor. ‘İşleriniz durgun, size reva olmayan 3-4 yıl geçirmişsiniz!’ diyor. ‘2-3 ay sonra yepyeni bir hayata başlayacaksınız!’ diyor. Bunların aralarında çok enteresan şeyler söylüyor! Şaşkın ayrılıyoruz falcının önünden.

İstanbul’da gemiye binerken kavga eden çiftin ‘Bayan! olanı kayıp’ Herif herhalde kadını denize itti! Veya kamarasında boğduğuna ihtimal veriyoruz. Adam işlediği cinayetten sonra son derece memnun eğleniyor.. Hiç çaktırmıyor, etrafına gülücükler dağıtıyor. Gece kulübünde hep ön masada. Amacı ‘ben oradaydım ya, Gördünüz ya!' mesajı vermek.. Bir ara bekâr kadınlardan birini dansa kaldırıyor. Evde kalmış, evde kalınca mutfakla haşır neşir olup ‘götürmüş’ kadını sağdan, sola soldan sağa çevireyim derken epeyce yoruluyor, ‘Bakın ben böyle centilmenim.. Benimle olursanız farkı yakalarsınız!’ derecesine dans ettiği, kısa boylu, şişman, evde kalmış bayanın ellerinin parmak uçlarından öpüp tüm sevimliliği ile yerine oturuyor! Amacı belli ‘işte o akşam sizinle dans etmedim mi?’ diye kadını şahit gösterecek..

Rodos’ta inince limandaki taksilere ‘Lindos’ şehrine gidiş - geliş fiyatını soruyoruz. Daha önce bu adayı gezen komşumuz Tülin’e telefon edilip alındı bu şehrin ismi. Önemli ve gezilecek. Buraya kadar gelip de kamarada oturmak olmaz! Gidiş - dönüş 80 dolar istiyor duraktaki şoför. Yolculuk gidiş dönüş ve orada kalış toplam 3,5 saat sürüyormuş. 4 kişide olsak aynı para, 2 kişi de! Bizimle bir taksiyi paylaşın diyecek arkadaş gurubumuz yok.. Kime söylesem ki. O emekli asker görünümündeki adama mı? Sevgilisini denize iten katile mi? Bir sürü bol sakallı teyze var sanki ‘erkek görünümlü kadınlar’ yarışma finali Yunan adalarında yapılacak gibi bir sürü ekip var gemide! Bir tek sol omuzlarından sağ kalçalarına inen ‘Miss Zonguldak’, ‘Miss Kahramanmaraş’ kurdeleleri eksik..

Sevgi ile surların içine giriyoruz, harika bir ortamla karşılaşıyoruz. Ada beklentimden yeşil.. Sokaklar taş, surlar yepyeni..

Ya Piri Reis’in leventleri top atışlarında sürekli surları ıskaladılar veya Yunanlı dostlar harika bir restorasyon örneği sergilenmişler..

‘Ulan Deyyus! Barutu kıt mıdır cihan imparatorunun? Gülle gene düştü ummana! İdman mı kıttır yoksa tutturamadınız kal’a yı..’ gibi tarihi replikler uçuşuyor kafamda. Sokaklarda satılan şeyler hep aynı. Bodrum’da, Kapalı çarşıda neyse Rodos’ta da o.. Gözlük, heykelcikler, formalar, deri eşyalar, kemer, terlik.. Yine de Sevgi müfettiş gibi inceliyor satılanları. Müthiş matematiğimizle 1 dolar = 358 Drahmi'yi TL’ye çeviriyoruz. 1 Drahmi'yi 50.000-TL olarak kabaca çeviriyorum, daha sonra defteri kalemi alıp bölüyorum. 5.000 TL çıkıyor. Olsun her halükarda etiketteki fiyatları aynı buluyorum. Saat sabahın 10.00’u gez gez bitmez bu saatler.. Gemi gece 23.00’de kalkacak..

Lindos’u görmeliyiz. Hemen ‘turizm danışma’ya gidiyoruz, görevli şehirlerarası otobüs olduğunu, otobüsün bürolarının karşısından kalktığını söyleyip bize birde kitapçık veriyor Rodos hakkında.. Otobüs saat 10.30’da varmış. Büyük bir kalabalık durakta bekliyor. O sırada durakta bir Amerikalı çift var, onlarda Lindos’a gidiyorlarmış, onlarla arkadaşlık etmek için sorduğum sorularıma kısa cevaplar alıyorum. Otobüs geliyor, oturduğumuz sıranın arkalarını tercih ediyorlar, dost olma girişimimiz başlamadan bitiyor..

Otobüs kalkıyor, eski püskü bir otobüs.. Artık Türkiye’de öyle otobüsler köy seferinde yok! Şoför bizlere benziyor, biraz sonra Papadopulos adını taktığım biletçi biletleri kesmeye başlıyor, bilet ben ortaokula giderken belediye otobüslerinde kesilenin aynısı.. Biletçinin başparmağına sarılı bir lastik onun yardımı ile saman kâğıda basılı bilet tomarından bir tane ayırıyor, üzerine sabit kalemle bir çentik atıp veriyor bileti..Bize sıra geliyor. Lindos 1.050 Drahmi yani 3 dolar. Gidiş - dönüş ikimize 12 dolar olan yere 80 dolar isteyen hıyarlar utansın. 1 saatlik bir yolculuk sonrası Lindos’a geliyoruz. Dar sokaklı şirin bir turistik koy..

Ama deniz ve tabiat açısından Türkiye sahilleri olarak daha iyiyiz. Ancak, Yunanlı çevresini koruması açısından bizden daha bilinçli.. Yoksa satılan eşyalar, sahte marka gömlekler, eşofman, formalar hep aynı..

Lindos’un inişi, yokuş aşağı çok rahat.. Tabi birde bunun çıkışı var. Çarşının içi eşek dolu! Belli ki bu hayvanlar bir inmiş bir daha çıkamamışlar o yokuşu! Eşek nüfusu, Lindos’un etrafını göremeden o çukurun içerisinde artmaya başlamış gibi bir görünüm var.

Tesadüfen yarı yola kadar tırmanan genç bir hanıma ilk yardım ve tıbbi müdahale yapılırken indik aşağı! Dükkânları gezdik, domuz döner, yoğurt - ekmek yedik. Denize girdik ve dönüşte o yokuşu çıkmamak için taksi tuttuk. 8.500 Dhs yani 20 dolar. Taksi bizi tam gemimizin önüne getirdi.. Liman kotu tuttuğu için gemiye girdiğimiz holden sağa sapınca merdivene gerek olmadan Zart! diye 205 numaralı odamıza girebiliyoruz. Yataklar muhteşem ama boyu biraz kısa.. Yatınca başımın üstü ve ayaklarım tam yatağın tam içine sığıyor.. Kendimi yuvasına yerleşmiş ‘pil’ gibi hissediyorum.. Bir tek ayak kısmında helezon şeklinde yay yok’ Olsa zaten sığamam kutuma.. Ama her ne haltsa yatar yatmaz uykum geliyor.

Akşam 17.00’de Sevgi heyecanla uyandırdı beni.. Hadi gidelim çarşıya diye. Giyinip çıktık. Hakikaten çok güzel. Restoranlar, meydanlar, dükkânlar var. ‘Özenli, temiz ve pahalı.. Bir de dikkatimizi en çok çeken ve Türkiyeden bariz farkı, sokakların çok sessiz oluşu.. Biz de olsa bin bir çeşit müzik birbirine karışır.. Orada herkes kendi kulağınca ancak duyulacak şekilde yayınlayabiliyor müziği.. Işıl'a ‘Angel’ adlı bir parfüm aldık. Sevgi aklına esince kızını arıyor. "Çomar’a yemek ver, Kuki’nin çişini ettir, Gülseren geldi mi?" gibi kısa konular için habire kızı arıyor. Kaan’a ulaşmak mümkün değil, nerede olduğu da bilinmiyor. Onun için Işıl daha sık aranıyor.

Akşam 20.00’de yemek için gemiye dönüyoruz. Yemekte tavuk ızgara ve ‘kabak bastı’ var.. Muhteşem bir lezzet.. Ama bana dokunuyor, iki şişe soda ile zor zaptediyorum kendimi..

Gece 23.00’te gemi kalkıyor, ben Sevgi'nin bozduğu odanın klimasını tamir ediyorum, yola çıkıyoruz, hedef SANTORİNİ!


18 Eylül 2001, Salı

Sabah 08.30’da kahvaltı yaptık, nefis bir börek vardı. Çaktırmadan iki tabak aldım. Öğle yemeği çok hafif geçiştirilecek..

Geminin organize ettiği geziye katılacağız. Bu gezi için daha önceden 2×40 dolar ödedik. Saat 09.30 gibi Santorini önüne geldik.. Volkanik bir ada, simsiyah.. Tepelerin üzerinde ‘üremiş kefir’ görünümünde amorf bir mimari ile bembeyaz evler.. İlk izlenimimiz bu.. Gemi adaya çok yakın bir konumda dubalara bağlanıyor. Yerleşim bölgesi denizden yaklaşık 250 metre yukarıda. Turistler teleferik, katır veya eşekle tepeye çıkarılıyor. Eşek olarak dünyaya gelmek büyük şanssızlık.. Ama Santorini’de eşek olmak daha büyük felaket.. Hani derler ya ‘beterin beteri var!' diye.. Gün boyu üzerlerine binen onlarca kilolu insanı yakıcı güneşin altında durmadan limandan 250 metre yükseklikteki yerleşim bölgesine taşıyorlar..

Bizi gemiden alıp teleferiğe götürecek motoru bekliyoruz. ‘Erkek görünümlü kadınlar’ güvertede toplaşmışlar. ‘Nasıl yaşanır bu adada’ muhabbeti yapıyorlar.. Hepsi eve ekmek, yoğurt nasıl taşınırın anında hesabına giriyorlar.

O sırada yanında oturduğum çelik merdiven titriyor ve inliyor. ‘Erkek görünümlü kadınlar’ yarışmasında bence en favori kadın yolcu gemiyi zıngırdatarak iniyor aşağı’ Gümrük ve pasaport işlemleri için gemimize yakışıklı ve genç bir memur geliyor, atkuyruğu saçlı, güler yüzlü..

Maalesef bizim memurlar ‘tulumbacı eri’ gibi, gaytan bıyıklı ve gelir gelmez ‘Sıçmayayım ağzına şimdi ulan’ bakışı fırlatırlar etrafa. Benim memurum değil sanki ‘infaz koruma görevlisi’ şunu şöyle yapabilir miyiz? diye soruna hemen ‘Hayır!’ yapıştırılır bizde. Hem de sorundaki ‘z’ harfinin tamamlanmasını beklemeden’ ‘Hayatı zorlaştırma görevlileri’ ‘Mutluluk takozları!’ durup dururken hatırlayıp sinirleniverdim işte.

Adanın tepesi denizden 250 metre yukarıda.. Otobüslerle adanın tepesine çıkıyor oradan ‘İo’ köyüne gidiyoruz. İo, Tira adasının ucunda kartpostallarda resimleri olan evleri barındıran ada.. Yunanlı rehber kız Nena, orayı gezmek için bize 45 dakika veriyor, koşturarak geziyoruz dünya güzeli İo’yu. Gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekiyorum. Çek çek bitmiyor film.. ‘Ne kadar ekonomik bu film’ derken şüphelenip kameranın içini açıyorum ki film yok! Bütün Rodos’ta, gemide çektiklerim boşa gitmiş oluyor. Daha önce böyle bir rezalet hiç başıma gelmemişti. İo’da hemen filmi takıp koştura koştura gördüğüm her güzel şeyi çekiyorum. İo’dan sonra otobüslerle plaja gidiyoruz. Plaj süresi 1 saat 20 dakika.. Bu arada denize girip betonun üzerine kendimi ‘şak !’ diye bırakıyorum ve beni güneş çarpıyor.

Bu arada sevgilisini öldüren adamın adının Ekrem olduğunu öğreniyorum. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Kaymakamlık, Vali Muavinliği yapmış. Vali Muavinliği ekine ‘falan’ getirdiğine göre pek yapamamış görünüyor ama gezinin yaramaz ve gırgır çocukluğuna soyunuyor Ekrem.. Otobüste bandana, küpe takıyor, espriler patlatıyor. 54 yaşında ve karıyı boşamış, ondan neşeli!

Plajdan şarap tadım evine gidiyoruz. Orada tadılan onlarca bardak şarap güneşte mayışmış beynimi iyice uyuşturuyor. Ekrem çok sevimli gözüküyor gözüme.. Bir ara Rusça ‘şerefe’ nasıl söylenirdi’ diyor. Bir türlü aklıma gelmiyor kelime ‘biz erkekler bunu bilmezsek neyi biliriz ki?’ diyorum. Yanımızda yazar Duygu Asena var. Bir ara Eyvah! Diyorum, baltayı taşa çarptık. Ama Duygu Hanım ‘Nazdarovya!’ diye bağırıyor’ Rus kadının aşağılamasını protesto yerine iki erkeğin bulamadığı kelimeyi bir kadın olarak bulmanın zaferini yaşıyor..


19 Eylül 2001, Çarşamba

Bu sabah Pire Limanındayız..

Hep uyumak istiyorum zaten bu nedenle doktor doktor dolaşıyoruz.. Hekimlerin bulamadığı çare için Sevgi bana kızıyor ‘Neden uyuyorsun, ben sıkıldım!' diye.. Ama gündüzleri ciddi yol yapıyoruz epey yoruluyoruz. 10-12 saat sırtta güllemsi fotoğraf makinesi ile.. Bu arada Kaptan giriş işlemlerinde bir sorun olduğunu açıklıyor. ‘Yonanlı’ bizi vizesiz olduğumuz için sokmuyor. Esas neden Usama Bin Laden’in İkiz kulelere saldırısı nedeniyle Amerikanın etrafı velveleye vermesi.. Yunanlının bunu fırsat bilip antlaşmaları hiçe sayması.. Karşılıklı imzalanan anlaşmalara göre Cruise gemilerinde 24 saatlik ziyaretlerde vize aranmıyor.. Kaptan Dışişleri yetkililerini arıyor, Atina’daki Büyükelçiliğimizi arıyor,hiç kimse gemide mahsur kalan 170 kişiyle ilgilenmiyor.. Bizlerin ödediği vergilerle şıkır şıkır dolarla maaş alan yetkililerden biri bile limana gelip ‘ Nasılsınız?’ diye sormuyor.. İtilmiş ve kakılmış bir ülke olduğumuzu bu gezide daha çok anlıyorum.. Yunanlı askerler bizi iki kere sayıyor.. Her seferinde ‘İzin verecekler, ineceğiz herhalde..’ diye koşuşturarak sıraya giriyoruz.. Amaçları ‘Aradan gizlice kaçan var mı’’ onu araştırmak..

Daha evvel Pire ve Atina’yı gördüğün için limana çıkmak çok önemli değil.. Ama ‘çıkamazsın’ denilmesi canımı sıkıyor. ‘Fasulyeden Akrapol!’ gezisi için kaptan 50 dolar toplamış. Tüm karları gittiği için üzgün. Hepimizi gece kulübüne toplayıp konuşma yapıyor. Herkes ‘Türkiyeye geri dönelim, paramızı iade edin!’ fikrinde. Vizesi olanlar Atina’ya iniyor, biz gemide kalıyoruz. Gece tam 12.00’de bizi bu hale koyan ülkemize dönmek üzere ayrılıyoruz Pire’den’

Bu gezinin yatmasından dolayı personel daha yumuşak davranıyor bize. Masa komşumuz Yalvaç Bey’in rakısını masaya getirmesine izin veriyorlar. Yalvaç Bey’in rakısı hafriyat sırasında bulunmuş, birinci Dünya Harbinden kalmış, top mermisi gibi! Üzerinde hayal meyal hatırladığım eski bir etiket var.. Onlarda yıllara dayanamamış soyulmuş. Şişenin rengi sarıdan siyaha dönmüş’ İkinci kadeh olarak onu içiyoruz. Yemekte karışık ızgara, bamya ve lokma tatlısı var. Yemek sonrası gece kulübündeyiz. Müzik berbat! Solist güzel bir kız, bu güzellik sesine yansımamış.. Geceleri assolistliğe soyunuyor. Tülden etollerle, tuvaletlerle sahneye çıkıyor, arkada tenekeden bir org ve esmer güdük bir oğlan, birer birer ırzına geçiyorlar özensiz seçilmiş parçaların.


Sabah 20 Eylul 2001, Perşembe

Rotamız Kuşadası.. Programda Mykonos vardı ancak orada da adaya çıkış için vize şartı aranacağı için programı iptal ediyoruz.. Gemice yapılan oylamayla yeni program yapılıyor, Türkiye’ye doğru bodoslama gidiyoruz. Programdan 1 gün önce olacağımız özlemiyle tutuştuğumuz vatanımıza!

Yolcular arasında bir Kardiyolog Doktor var.. Karısı da bakteriyolog.. İkisi de çok yaşlı. Adam suratsız. İstanbul Musiki Cemiyeti Başkanı.. Sonra çok iyi anlaşıyoruz adamı çok seviyorum. Adam koyu Galatasaraylı.. Müthiş anlaşıyoruz.. Karısı biran önce Türkiye’ye dönmek istiyor. İşaret parmağını yandan bir daire çizerek yere dik olarak getirip ‘bu gece 12.00’de 3. Dünya Savaşı çıkacak beyler!’ diye cümleye başlıyor.. Gürültüden cümlesinin devamı duyulmayınca konuşmalarda en ufak bir arayı saptayınca yineliyor cümlesini ve el hareketini, şaşkın şaşkın etrafa bakarak..

Kaymakam Ekrem Bey’in Yunan adaları yerine Türk limanlarına uğrayalım teklifine iki elini ayalarını birbirine yaslayarak hafif öne eğilip 'Ben 1000 doları Marmaris, Bodrum’u görmek için vermedim!’ diyor, çok alkış alıyor bu fikri..

Denizcilik İşletmeleri Personel Dairesinde çalışan Mehmet Bey, Eddie Murphy’in filmindeki Los Angeles’li salak polise benziyor.. Sürekli gülmeye hazır temiz bir tip..

Zonguldaklı 50 hanım var. Çoğu ile Sevgi samimi oluyor, tatlı insanlar.. Eczacı Meral Hanım, komplekslerini yenmiş çok rahat bir tip, acayip neşeli..

Yolculuk başlamadan herkes sandalye kapıp ayakta kalanlara boş sandalyelerin üzerine çanta ve fotoğraf makinesi koyup yer vermezken yolculuğun 5. gününde herkes birbirine toleranslı ve sevecen davranıyor..

- Şu sandalyeyi alabilir miyim?
- Aa! Tabi ne demek.


Diyalogları başlıyor’

Yolculukta Duygu Asena ile tanışıyoruz, son derece düzeyli biri. Sevgi’de ben de çok seviyoruz kendisini. Kartlar alınıp veriliyor. Gazeteci Mustafa Mutlu, TRT’den Gülgün Cündübeyoğlu ile tanışıyoruz.

Duygu ile arkadaşlığımız ilerleyince sohbet sırasında ona ‘Katil Ekrem’den bahsediyorum.. Sevgilisiyle gemiye bindiğini, daha sonra kadını bir daha hiç görmediğimi anlatıyorum ona.. Biraz gırgır birazda gerçekten merak dolu olarak.. O da çok şaşırıp hemen dönüp olayı yanında oturan Kaptan’a anlatıyor.. Kaptan çok ilgilenip ikinci kaptanı yanına çağırtıyor,olay birden büyüyor.. Gırgır yaparken birden ciddi bir olayın içerisinde buluyorum kendimi.. İkinci kaptan biraz sonra elinde yolcu listesi ile geliyor, Ekrem’in tek kişilik bir kamarada kaldığı, yalnız seyahat ettiği ortaya çıkıyor.. Eee ’Gemiye binen kavga ettiği sevgilisi?’ O da açıklığa kavuşuyor, gemi personelinin yasalara aykırı olarak sadece gemiyi görmek için hareket saatine kadar kadının gemiye binmesine izin verdikleri ortaya çıkıyor.. Daha sonra Erkem'i masamıza davet edip olayı, araştırmalarımızı, şüphelerimizi ona anlatıyoruz.. Çok gülüyor olanlara, hemen sevgilisini cep telefonu ile arayıp olanı biteni kendi üslubuyla aktarıyor.. Ertesi gün limana onu karşılamaya gelmesini yoksa bizleri inandıramayacağını iletiyor özlediği sevgilisine..

Herkes birbirine tam ısınacakken yolculuk bitiyor, dönüyoruz ilk kalktığımız limana.. Limanda Denizcilik işletmesi personelinin arasında Erkem'in sevgilisini görüyoruz.. Kırk yıllık dostlar gibi sarılıp öpüşüyoruz.. Kendimi sonu mutlu biten ‘Komiser Colombo’ filmlerinde gibi hissediyorum.. Herkes birbirinden kart ve telefon numaraları alıp veriyor ve gezimiz sona eriyor..

Doğrusu biz bu geziyi çok sevdik darısı bundan sonraki gezilere.
Tanrı sağlık ve para versin de..


Yıldırım Tuna
Eylül 2001


No comments:

Post a Comment